TBMM Adalet Komisyonu,9 Kasım 1994 tarihinde çocuklar için toplanmıştı. DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin Meclis’e getirdiği BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ele alındığı komisyonda yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Tartışmalarda dikkat çeken noktalardan biri Sözleşme’nin üç maddesine konan çekincelerdi.
TBMM’de o gün, Türkiye’de Lozan Anlaşması’nda belirtilenlerin dışında herhangi bir azınlığın olmadığı, azınlıkları kabul etmenin insan hakları gereği olduğu düşüncesinin ise bir “safsata” olduğu, bu nedenle “çocukların kültürel haklarıyla birlikte eğitimin amacını tanımlayan”17.,29.ve 30.maddelere ilişkin çekince koyulmasının gerekliliği dönemin Hakkâri Milletvekili Esat Canan dışındaki tüm üyeler tarafından kabul edilmişti.
Görüşmeler sırasında bazı vekiller çekince konulan bu üç maddenin yeterli olmadığını, ayrıca başka maddelere de çekince konmasını talep etti. Çekince konulması talep edilen maddelerden biri de, çocuklara dernek kurma hakkı tanıyan 14.maddeydi.Konuyla ilgili bir vekil, görüşmelere katılanlara “Bakın bir kere daha düşünelim diyorum, bu maddeye çekince koyulmazsa çocuklar dernek kurabilecekler” diye “uyarıda” bulunuyordu.
TBMM tutanaklarına geçtiği şekliyle Sözleşme’ye dair“.. çocukla veli arasındaki münasebetlerde bizim kanunlarımıza, bizim örf ve âdetlerimize aykırı bir takım uygulamalara olanak tanınması” ifadesi ise tartışmaları sadece çekinceye de değil, Sözleşme’nin onaylanmamasına kadar getirmişti.
Görüşmelerin devamında, Sözleşme’nin 14.maddesine ilişkin yapılan uyarının benzeri 15.ve 16.maddelere ilişkin de yapıldı. Bu maddeler ile “çocukların haksız bir biçimde yapılabilecek müdahale ile onur ve itibarlarına yönelik saldırılara karşı yasa tarafından korunma hakları” tanımlanıyordu. Yani örneğin, babası tarafından şiddete uğradığında bir çocuğa verilecek koruma tedbirlerinden söz ediliyordu. Bu maddeye çekince konma talebi ise, bu hakkın “batıda vardığı ifrat” ile gerekçelendiriliyordu: Batıda bu tür durumlarda çocuklar ailelerinden alınabiliyordu. “Ya burada da alınırsa!” idi.
Tartışmalarda ortaya çıkan bir başka benzer yaklaşım da çocuğun aileye ait olduğuydu. Örneğin aile üyeleri, ebeveyenler çocuğun onuruna saldırıda bulunsa bile çocuğun aileden ayrılması düşünülemez ve kabul edilemezdi.
Bu tartışmalarla birlikte görüşmeler sona erdiğinde Sözleşme,17.,29.ve 30.maddelere konan çekincelerle kabul edildi. Sözleşmenin her bir maddesi Anayasa’ya göre iç hukuk normu haline geldi.
9 Kasım 1994 günü TBMM’de yaşanan bu tartışmalar, Türkiye’de çocuk ve haklarına yönelik tehdit oluşturan paternalist algıyı deşifre ediyor. Bu algıya göre çocuk, hak ve özgürlükleri Lozan Anlaşması gibi siyasi sözleşmeler ve politik öncelikler sebebiyle ötelenebilir, sınırlandırılabilir bir varlıktır. Önceliklere ve sınırlandırmalara da ancak yetişkinler ve devlet karar verir.
Oysa üzerine konuştukları Sözleşme, çocuğu hak ve özgürlük sahibi bağımsız birey, çocukluğu bir varoluş tarzı olarak görmekteydi. Bu nedenle de çocukların korunma haklarının yanı sıra insanın kendini gerçekleştirmesini sağlayacak ifade, düşünce, örgütlenme özgürlüklerini ve katılım hakkını da tanımlamaktaydı. Her politikada öncelik çocuk olmalıyken hiçbir gerekçe hak ve özgürlüklerin sınırlandırmasında kabul edilemezdi.
Bu tartışmaların üzerinden otuz yıla yakın zaman geçti. Elbette o gün tartışmaya katılan kişiler de, yürürlükteki yasalar da, yasaları uygulayan devlet mekanizmaları da, yaşam pratikleri de değişti. Ancak tartışmalarda açığa çıkan bu algı hala aynı…
Çocuk devletin yasa ve uygulamalarında, evin içinde, yargıda, okulda, sokakta medyada kısaca yaşamın her alanında benzer şekilde algılanıyor: Ailenin ve devletin sahip olduğu, hakları ve özgürlükleri sınırlanabilir varlıklar.
Çocukları dindar bir nesil hedefinin nesnesi yapmak da, karne eylemi yapmak üzere örgütlenmiş çocukları göz altına alıp işkence uygulamak da, babası tarafından şiddete maruz kalmış bir çocuğu, her şey gayet olağanmış gibi sadece tedavi edip eve yeniden yollamak ya da okulda öğretmeni tarafından sözel şiddet gören çocuğa “kim bilir sen öğretmenine ne yaptın?” demek de, anne ve babasının dini inancı sebebiyle 8 yaşındaki kız çocuğunun başını örtmek de bu algının yansımaları. Kim bilir belki vegan bir annenin çocuğuna ısrarla et yedirmemesi de…
İki gün önce kamusal bir alanda tanık olduğum bir anons cümlesi ise bu algının değişmediğinin sadece bir başka kanıtı: “Değerli eşyalarınızı ve çocuklarınızı yanınızdan ayırmayınız”!