Nalin Öztekin/Pazartesi Söyleşisi
Doğu Akdeniz’de sular durulmuyor, diplomatik açıklamalar, gerilimler ve analizler birbirini izliyor. Münhasır ekonomik bölge tartışmaları, ittifaklar, jeopolitik iddialar ve enerji koridoru ışığında soru işaretleri giderek çoğalıyor. Sahada, masada, diplomasideki gelişmeleri ve Türkiye’nin dış politikadaki haleti ruhiyesinin iç kamuoyuna dönen etkilerini İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Hakan Güneş ile konuştuk. Keyifli okumalar…
Sahada ve masada aktör hareketliliğinin yoğun olduğu bir meseleyle karşı karşıyayız. Tüm bu olanlar sadece enerji paydaşlığı mı?
2000’lerin ortasından itibaren kanıtlanmış doğalgaz kaynaklarının İsrail, Mısır, Kıbrıs hattında ortaya çıkmasıyla birlikte bu konu biraz daha ön plana geçmeye başladı. Benzer kaynakların civarda Türkiye’nin, Mısır’ın, Libya’nın, Yunanistan’ın sahalarında da olabileceği ihtimali burada bir deniz sahalarının bölüşümü konusunu adım adım ön plana çıkarmaya başladı. Ama bu konunun sadece bir veçhesi.
Peki münhasır ekonomik bölge tartışmaları bunun neresinde kalıyor?
Sadece deniz dibi değil deniz üstündeki ticari ekonomik faaliyetlerde de ekonomik ayrıcalık anlamına gelen münhasır ekonomik bölge, 1982 Deniz Sözleşmesi’yle kıta sahanlığının yerine geçen bir konsept oldu. Dolayısıyla devletler bu alanları taşımaya başladılar. Mesela Kuzey Kutbu’nda da çok büyük tartışmalar var. Ama bizim heyecan düzeyimizde ve gemilerle yapılan tek yer burası, bununla yarışacak tek yer Çin Denizi. Her gün bu kadar çok aktörün konuştuğu bir mesele haline gelen en önemli münhasır ekonomik bölge tartışması şu an da Doğu Akdeniz tartışması. Ama konunun hukuki ve siyasi olmak üzere 10 kadar alt başlığı ve 20 kadar parametresi bulunuyor. Meis adasının durumu, adaların durumu, devlet olan adanın durumu (Kıbrıs) statüsü belli olmayan ve üzerinde insan yaşamayan kayalıkların durumu (Kardak vb.) bunlarla bağlantılı olarak 50’ye kadar uzanabilecek bir anlaşmazlıklar zinciri var.
Şimdi böyle sıralayınca -tabi bunlarda deniz ve ve hava sahasını (fır) ayrıca düşünüyoruz- bir çözümsüzlük zinciri gibi görünüyor, öyle mi gerçekten?
Böylesi gözümüzü korkutmasın çünkü bunlar istendiğinde prensipler ve müzakerelerle çözülebilir. Çözümsüzlüğün çarpan etkisiyle çoğalması diyebileceğimiz bir süreç yaşıyoruz ve buna Türkiye ve diğer ülkeler hatta bölge üyesi olmayan çeşitli aktörler de gerilim katkısı yapıyor. O nedenle karmaşık bir görünüm alıyor, halbuki sadeleştirip çözülmesi mümkün.
Peki adalar üzerinden yapılan tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP-MHP iktidarının açıklamalarına baktığımızda enerji koridoru meselesinin ötesinde bir gerilim izledik diyebilir miyiz?
Şimdi bir kere bütün bu tartışmalar son derece militarist, yayılmacı bir dille yapılıyor ve siyasal islamcı saiklere, motiflere de kurban ediliyor. Daha sakin bir tartışma şöyle yapılabilir; enerji, asker silahlanma değil de balıkçılık üzerinden mesela. Bir an şöyle düşünelim adalarda yaşayan halkların da anakarada yaşayan halkların da balığa ihtiyacı var. Balıkçıların da geçinmeye ihtiyacı var ve bu denizler üzerinde yaşayan herkesin de hakkı var. Aslında tartışılan konu bu. Tabi enerji vb. biçimlerde çoğaltabiliriz ama orada uluslaraarası tekeller ve başka boyutlar gireceği için o bir yerde dursun işin hak ve hakkaniyet kısmını böyle anlatmak isterim. Peki bu hak nasıl tayin edilecek? Şimdi öncelikle 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre her devletin kendi sahilinden 12 deniz mili mesafede bir karasuları var, adeta kendi toprağı gibi.
Şimdi sorun şöyle çıkıyor bir ada eğer devletse buna itiraz eden yok. Büyük tartışma anakaradan uzakta olan ve kendisi bir devlet olmayan adaların statüsüyle ilgili. Türkiye’nin tezi, Ege adalarının tamamı için kullanıyor diyor ki; adaların münhasır ekonomik bölgesi olmaz ortadan bir çizgi çekeriz, Yunanistan da diyor ki; öyle olmaz BM Deniz Hukuku çerçevesinde adaların da münhasır ekonomik bölge hakkı vardır. Doğrusu bu konuda çok kesin bir uluslararası hukuk kararı yok ama bunun hakkaniyetli çözümü için 7-8 tane parametre sayılıyor. Aslında bu ve bununla ilgili konuları iki tarafın müzakere etmesi mümkün. Atlıyoruz ama Yunanistan’la 6 mil mi, 12 mil mi olacağı konusunda hala anlaşamadığımız bir karasuları sorununa sahibiz. Bu minimum alanı çözememişken 200 milli saha alanını çözmeye çalışmamız da yanlış fakat bu kaçınılmaz bir süreç. Ama çözümsüzlüğü isteyen bir dizi yaklaşım var çünkü çözümsüzlük onlara iç politikada kendi halklarına daha fazla baskı kuracak milliyetçi bir araç yaratıyor.
Var mı mesela bu çözüm konusunda bir öneriniz?
Birazcık benzer örnekleri çalışan insanlar, Türkiye ve Yunanistan tarafından akademisyenler, Dışişleri yetkilileri siyasi partiler, sivil toplum, balıkçılar ve çevre gruplarının katıldığı bir tartışma süreci yapılabilir. Burada da bütün sorunlu alanların nasıl rekabetle bölüşüleceği değil belki birlikte nasıl işletileceği, kullanılabileceği konusunda birbirinden harika en az 10 plan yapılabilir. Ama bunu istemek lazım, tabi istemediklerininin de altını çizelim.
Peki Navtex’lerin kullanımı nasıl karşılık buluyor?
Türkiye’nin 2016 Nisan’ından bugüne kadar hata yaptık şimdi az düşman çok dost konseptinden, şimdi hem içeride hem dışarıda harp hem de az dost çok düşman konseptine geçtiğini görüyoruz. Temel bir dış politik konsept problemi var. Bunun da sonuçları ekonomik sorunlar olarak dönüyor. Navtexler ile yoklama yapılıyor aslında, tansiyon arttırıcı, gerilim arttırıcı adımlar bunlar. Navtex’ler ile denenen şey içeride kendin çal kendin söyle diyebileceğimiz bir bağırma hali, açık konuşalım normal devlet adabına, ağırlığına da uygun olmayan davranışlar zincirinin bir parçası.
Diğer devletler açısından baktığınızda aktörlerin masada çözüm yönünde bir tavır geliştirme ihtimali var mı?
Bu süreçte yer alan devletlerin tamamında Mısır, İsrail, Kıbrıs, İtalya, Yunanistan, Fransa, Türkiye bunların hepsi realist bir paradigmaya inanıyor ve inandıklarını anlatıyorlar, birinci problem bu. Realist paradigmadan kastım şu her devlet diğerinin düşmanıdır basitliğinde bir düşünce. Haliyle toparlayıcı, sorun çözücü bir barış paradigmasında değiller. Onların inandığı insan ve devlet tabiatının habis ruhlu olduğu tezi yıkımdan başka bir şey getirmedi. Ekonomi politik düzeyde enerji tekelleri, eski bölge efendileri -Fransa-, yeni efendi olmaya çalışan yayılmacı ülkeler -Türkiye- bunlar arasında ideolojik mücadeleler, ihvan destekçisi Türkiye ve ona karşı olan Mısır gibi faktörler, uluslarası ekonomi politiği, bölgesel rekabet unsurlarının dahil olduğu bir kompleks. Hatta buna bölgesel güvensizlik kompleksi diyelim. Toparlayıcı bölgesel veya küresel liderler yok, yani taraflar anlaşmayabilir ama masaya çağıracak bir aktör bile yok.
Bu bağlamda Macron’un ittifaklara yönelik son açıklamalarını nasıl değerlendirdiniz?
Macron’un motifleri arasında Fransa’nın kolonyal geçmişi ve hali hazırdaki neo kolonyal tutumu en temel belirleyici. Macron’un Erdoğan, Erdoğan’ın Macron hakkında söyledikleri doğru (Sırrı Süreyya’yı da hatırlamış olalım) Fransa, Avrupa Birliği ve NATO içindeki ağırlığını kullanarak Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışıyor ancak çok da başarılı olmadığını görelim. Her şeyden önce Libya’da başarısız oldu. Bu tabloda eli çok güçlü değil ama birkaç muharebeyi Türkiye önde götürse bile böyle sürmesi gerçekçi değil. Türkiye’nin bu anlamda yüz yüze kaldığı en önemli tehdit ekonomik yaptırımlar. Bu tempo devam ederse önümüzdeki dönemde işler daha sert bir noktaya gelebilir ve yaptırıma da dönüşebilir. Fransa donanmasıyla daha sert karşılaşmalar olabilir. Sonu savaşa varmaz ama istenmeyen sınırlı bir çatışma riski oluşturur. Bu bile bıçak sırtındaki Türkiye ekonomisini zora sokar.
Haritada, masada, sahada ve diplomaside an be an değişen bir Doğu Akdeniz izliyoruz. Bu hareketliliğin ardından Türkiye’nin içine gireceği duruma dair bir öngörünüz var mı?
Bu adımlar (Macron vb açıklamalar) giderek şunu güçlendiriyor Avrupa merkezli ve Avrupa’nın hayli etki sahibi olduğu Kuzey Afrika ülkelerinin neredeyse tamamı üzerinde bu ittifak zinciri, oldu bittiler gelişecek. Geriye diğerlerinin daha çok anlaştığı, Türkiye’nin daha çok yalnızlaştığı bir tablo çıkacak. Böyle herkese efelenmekle varacağınız yol bir yalnızlaşma buna muhteşem yalnızlık diyebilirler, bu durum içeride daha fazla milliyetçi şoven bir mobilizasyon hatta oy artışı bile sağlayabilir, belli ki bundan da medet umuluyor. Ama bu da ülkeyi içeride bir çıkmaza sürüklediği gibi dış politikada da gelecek kuşaklara çözmeleri daha zor sorun bakiyesi bırakıyor. Ama bunlar gidecekler ve adım adım bir barış politikasıyla şoven ve militarist Türk, Mısır, Fransız ve Yunan liderlerle değil halkların devreye girdiği büyük bir masa kurulabilir. Yeni paradigmalar üretmek lazım çünkü mevcutlar düşmanlıktan başka bir şey üretmiyor.
Silahların yasaklandığı bir düzen
Söyleşilerin son ve sabit sorusunda sıra… Zamanda bir yolculuk yapma şansınız olsaydı kendinize veya topluma dair neyi değiştirmek isterdiniz?
Zor soruymuş.. Tarihin bir yerinde silahların yasaklandığı ve bunun ahlaki bir ilke haline getirildiği uluslararası bir sözleşmenin imzalanmış olmasını isterdim. Yapabilme gücüm olsaydı hakkımı orada kullanmak isterdim. Çünkü diğer şeyler döndürülebilir ama çoğunlukla insan yaşamı geri döndürülemeyen bir konu.