Seydiko ağıdı insanın yüreğini parçalıyor. İnsan bu ağıdı ilk dinlediğinde, bir annenin yakarışı sanıyor, çünkü bir kadın yüreği ancak bir acıyı bu kadar derinden hissedip, bu kadar dokunaklı aktarabilir. Lakin ağıdı yakan bir kadın değil, bir erkek; hançeri yüreğinin orta yerine oturtan bir babadır.
Taş olsa erir, dayanmaz bu acıya, ne büyük uğursuzluk ve kadersizlik. Tüylerimi diken diken eden en korkunç ve uğursuz beddua “evlat katili olasın”dır. Bilmem ki o bedduayı kim ya da kimler Seydo ve Zaloğlu Rüstem’e, niçin yaptılar da elleri evlatlarının kanına bulandı. Emin olun şu an yazarken bile zorlanıyorum.
Ama dengbêj Fadıl Cıziri de nasıl hisli okuyor. Belki de ciğer acısı yaşadığındandır o kadar kederli yakarışı. O da bir oğlunu trafik kazasında, diğerini de Cizre’de ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında kaybediyor.
Hê lê lê way lê, atları getirip, eğerleri yan koyun
lê lê lê ay! yüreğim yaralıdır
lê lê lê ax! Allah aşkına, alın götürün bu sınırın öte yakasına ay!
evet Seydiğimin yarası oy lê hê lê hê lê
Bu tüfeğin mermisidir
Seydik’in babası Seydo avcıdır, hem de iyi bir avcı. Günlerini kesmişler, Seydik’in düğününü yapacaklar. Tek oğlun düğün konukları, daha bir aziz olur. Onlara yaraşır en makul ziyafet dağ geyiğinin etidir. Seydo düğüne sayılı günler kala ava gider; ama bir, iki, üç gün geçer, gelmez. Aile tedirgin olur, Seydo’nun ya yükü ağırdır, ya da başına bir hal gelmiştir. Düğün günü gelip kapıya çattığından Seydik babasının peşinden dağa gider.
Dağ, taş arar lakin babasını bulamaz, derken akşam olur; sonbahardır, soğuktur da üşür Seydik. Korunaklı bir yer ararken, günlerdir babasını peşinden koşturup iflahını kesen geyik aniden önünde bitiverir. Seydik babasının günlerdir yapamadığını o anda yapar, nişan alması ile tetiğe basması bir olur. Geyik sıçrar ama kaçamaz, olduğu yere yıkılır. Seydik geyiğin derisini yüzüp sırtına geçirir, bir kayanın dibinde, kıvrılıp yatar.
Üç günlük avdan eli boş dönen Seydo, kendisini günlerdir peşinden koşturup iflahını kesen geyiği, bir kayanın dibinde yatar vaziyette gördüğünde, hiç mecal vermeden basar tetiğe. Başını kesmek için yaklaştığında görür ki vurduğu iflahını kesen geyik değil, kendi ciğer paresidir. Seydo öyle bir acıyla haykırır ki yer, gök iniler; binlerce yıl önce oğlunu öldürmüş Zaloğlu Rüstem’in acısını yeniler.
Reşbeleğin süvarisi, yedi cihan pehlivanı, Zaloğlu Rüstem de aynı trajedinin kurbanıdır. Çocukken dinlediğim destanını, sonrasında Celilê Celil-Ordixanê Celil, Hecîyê Cındi ve Firdevsi’nin eserlerinden, çocukluğumu yâd ederek okudum; hatta etkisinde o kadar çok kaldım ki oğlumuzun ismini Zal koydum.
İran’dan namı yedi düvele yayınlan Zaloğlu Rüstem, uzak diyarlarda dünyalar güzeli prenses Tamineh’le felekten bir gece çalar. Ve ayrıldığında prensese pazıbendini hediye eder. Eğer ki oğlu olursa koluna takmasını tembihler. Dediği gibi de olur, prensesin gücünü babasından, güzelliğini de kendisinden alan bir oğlu olur, adını Sohrab koyar. Büyüdüğünde emanet pazıbendini kendisine verir.
Bir savaşta İran ve Turan orduları karşılaştığında, gelenek gereği önce yiğitler çıkar cenk meydanına ve teke tek dövüşürler. Yenişemediklerinden ikinci güne sarkan dövüşte, gün ha battı ha batacakken, İranlı savaşçı ölüm hançerini Turanlı savaşçının yüreğinin üstüne saplar. Turanlı savaşçı bileğini kavradığı İranlı savaşçıya “Hiç sevinme, sen de çok yaşamayacaksın, ha beni öldürdün ha da kendini, babam Zaloğlu Rüstem beni öldürdüğünü duyduğunda, seni öldürecek.” Rüstem rakibinin pazısına el attığında, dünya başına yıkılır. Yıllar önce o bahtiyar geceden sonra Tamineh’e hediye ettiği pazıbent Sohrab’ın kolundadır.
Zaloğlu Rüstem öyle bir acı ile haykırır ki ordular savaşmaya cesaret edemez.