‘Mücadele bayrağını yükseltmezsek yakın bir tehlike söz konusu’ diyen Beştaş: “Paydamız kadın olmak olmalı”
Kadınların mücadelesi ve ödediği bedeller sonucunda Türkiye’nin 2011 yılında ilk imzacıları arasında bulunduğu, kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” AKP-MHP iktidarı eliyle tartışmaya açıldı.
Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamak zorunda bırakan etkenlerden biri “Nahide Akgün (Opuz)” davası oldu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), sistematik şiddet ve katletme girişimlerinin ardından Akgün’ün annesinin katledilmesiyle sonuçlanan hak ihlalleri zincirinde, Türkiye’yi suçlu buldu. Avukat ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş, müvekkili Opuz’un sürecine ve İstanbul Sözleşmesi’ne dair konuştu.
Opuz’un dava sürecine değinen Beştaş, “Nahide, kocası tarafından şiddete uğrayan ve hatta ailesi de bu şiddetin mağduru olan kadınlardan birisi idi bu dava başlangıcında. Diyarbakır’da yaşayan Nahide, Kasım 1995’te evlendiği Hüseyin Opuz’dan şiddet gördüğü gerekçesiyle boşanmak istedi. Çünkü evlendikten sonraki üç yıl boyunca annesiyle birlikte Hüseyin Opuz’un bıçaklı saldırı ve araçla ezme girişimi dahil pek çok şiddet eylemine maruz kaldı. Hakkında dava açılan Hüseyin Opuz ise “delil yetersizliği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Araçla ezme girişimiyle ilgili üç ay hapse mahkûm edilen şiddet faili Hüseyin Opuz’un cezası, sonrasında paraya çevrildi. Mahkemelerin eril şiddete bakış açısı ne yazık ki meşru görme zemininden çıkamadı bir türlü. İşte bu yüzden Hüseyin Opuz Nahide’nin annesini rahatlıkla katledebildi. Ne yazık ki, 11 Mart 2002’de Nahidelerin Diyarbakır’dan taşınma sürecinde nakliye aracının önünü kesen Hüseyin Opuz tarafından silahla katledildi. Hüseyin Opuz aleyhine 13 Mart 2002’de dava açıldı. Annesi Minteha Beybur’un öldürülmesinden sonra Nahide açtığı davayla boşandı. Yani Nahide’nin boşanabilmesi ne yazık ki annesinin katledilmesinden sonra mümkün olabildi. Türkiye’de yargının eril şiddeti kabul etmesi ne yazık ki bir katliamdan sonra ancak mümkün oluyor. Ben bu davaya yerel mahkeme devam ederken dahil olmuştum. O dönem Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Danışma ve Uygulama Merkezi başkanıydım. Şiddete maruz kalan pek çok kadın zaten geliyordu merkeze. Minteha anne kızı yoğun bakımdayken süreci bize aktardı ve Hüseyin Opuz hakkında 36 şikayet başvurusu olmasına rağmen hiçbir şey yapılmadığını ifade etti. Yerel mahkemeler nezdinde bir netice elde etmek mümkün değildi yani. Bu nedenle ilkin iç hukuk yollarını tükettik ve davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdık. Türkiye, Nahide Opuz davası nedeniyle AİHM tarafından cezalandırıldı. AİHM, tarihinde ilk defa, ev içi şiddette bir tarafın kadın olduğu için ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm etti.
AİHM’nin Türkiye’yi mahkum etmesinin yansımasına değinen Beştaş şöyle dedi: “Bugün erkek şiddeti konusunda tüm dünyada içtihat niteliğinde görülen Opuz vs. Türkiye davası kararı, İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturmuştur. İstanbul’da imzaya açıldığı için, İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan ve Türkiye’nin de tarafı olduğu sözleşme, cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması, şiddete maruz kalan kadınların zararlarının tazmin edilmesi ve şiddet uygulayan kişilerin şiddet eylemi ile orantılı cezalar ile cezalandırılması konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getirmektedir. Sözleşmenin ardından ise 6284 Sayılı yasa gündeme gelmiş ve Türkiye bu yasayı uygulamakla mükellef kılınmıştır. Fakat mahkemeler ne yazık ki pek çok kadının daha katlini izlemiş, yasayı gereği gibi uygulamamıştır.”
“Türkiye’de yargının ne yazık ki erkek şiddeti noktasında hala çok gerilerde olduğunu söylemek mümkün” diyen Beştaş, “Çünkü hala şikayet başvurusuna rağmen korunmayan kadınlar ve korunmadığı için katledilen kadınlar var. Ayşe Paşalı’dan Emine Bulut’a değin o kadar çok kadın içimizde ağır travma yarattı ki, yargının tutumu yeterli olsa idi, tüm bu kadınlar yaşayacaktı. İpek Er’in tecavüzcüsü Musa Orhan’ın korunması meselesi, eril şiddetin her türlüsünün hala meşru görüldüğüne dair ciddi emareler barındırıyor. İktidar politikalarından yargı da kendini azade tutamıyor. Yani özcesi, yargının tutumu hala istenilen noktadan fersah fersah uzak” şeklinde konuştu.
Yargıda topyekun olumlu bir gidişattan söz edilemeceğini söyleyen Beştaş, yasaların gereği gibi uygulanmadığını belirtti. Beştaş şöyle devam etti: “Tecavüzcüler aklanıyor, kadın katilleri ancak kadın hareketinin bir bütün olarak yürüttüğü etkin mücadele neticesinde yargılanabiliyor. Kadınlar alanlarda, soysal medyada yani bir bütün olarak yaşamın her alanında güçlü bir mücadele yürüttüğü için birtakım dosyalarda ilerleme kaydedilebiliyor. Örneğin Şule Çet’in katilleri tutuklandıysa bu kadın dayanışmasının gücüyle oldu. Düşünün ilkin sanıklar tahliye edilmişti, kadın örgütlerinin güçlü mücadelesi neticesinde sanıklar tekrar tutuklandı ve yargılanabildi. Yani kadınlar susmadığı için yargı bazen olumlu kararlara imza atabiliyor.”
Kadını yok sayan zihniyet
İstanbul Sözleşmesi’nin iktidar tarafından tartışmaya açılmasını değinen Beştaş, iktidarın baştan beri sözleşmeyi uygulamadığını belirterek şunları dile getirdi: “İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamadığı gibi, kadın cinayetlerinin yüzde bin 400’lere vardığına dair oranlar açıklanıyor. Yani aslında iktidarın özü kadını yok sayan bir zihniyettir. Şiddet, taciz, tecavüz, istismar AKP iktidarı döneminde arttı, hiç azalmadı. Bunun yanında ise faile hoşgörü ve cezasızlık arttı, şiddetin şekli değişti, kapsam genişledi, kadınların alanları gittikçe daraltıldı. Üstelik yasal mevzuat anlamında da kadın kazanımlarının önüne geçen yaklaşımlar söz konusudur. Hakeza çocuğa cinsel istismarın faillerini aklama yönündeki yasal düzenleme iktidarın çekmecesinde hala duruyor ve parlamentoya getirilmesi için fırsat kollanıyor. Zaten düşünün ki Ensar Vakfı hadisesinde çocuklar değil, Ensar korundu. Yine 12 yaşındaki bir çocuğun istismarı ile ilgili kendisini şeyh olarak tanıtan zat korunuyor. Diyanet ve iktidar kanadından küçük çocukla evliliğin meşruiyetine dair açıklamalar yapılıyor. Bu bağlamda, iktidar adeta kadın kazanımlarına savaş açmış durumda. Yani mücadele bayrağını yükseltmezsek kazanımlarımıza dönük yakın bir tehlike söz konusu.”
Güçlü duruş sergilemeliyiz
Kadınların direnişi ile iktidarın şimdilik geri adım attığı ancak yine gündeme getirebileceği tartışmalarına ilişkin de Meral Danış Beştaş şöyle dedi: “Ne yazık ki iktidar bunun sinyallerini hep veriyor. Üstelik sadece İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmesi ile yetinilmeyip medeni kanunda kadına dair kazanımlar noktasında dahi düzenlemeler yapılabilir. Bu nedenle bu konuda çok dikkatli olmalı ve mücadele zeminini yitirmemeliyiz. Kadınlar olarak hep birlikte, ortak mücadele alanımızda güçlü bir duruş sergilemeli, asla pes etmemeli ve asla vazgeçmemeliyiz. Kadınlar yüzyılı aşkın bir süredir ağır bedellerle büyük kazanımlar elde ettiler zaten. Çok kan döküldü, çok can verildi toprağa. Katledilen kadınların anısı ve mücadeleleri hep bizimle. Bu sorumluluğun ağırlığı ile hareket etmeliyiz.” Beştaş, “Mücadelede asgari paydamız kadın olmak olmalı. Yapabileceğimiz çok iş var bu paydada, neticede biz bu ülkenin yarısıyız. Herkes için özgür, eşit ve adil bir yaşam için el ele verirsek önümüzde hiçbir güç duramaz” diyen Beştaş, bunun olmaması durumunda olabileceklere ilişkin de “Bu olmazsa bu günlerimizi mumla ararız” değerlendirmesi yaptı.
DİYARBAKIR-JINNEWS