Tarihin biri bilimsel, diğeri masalsı iki farklı anlatım yöntemi vardır. Bilimsel tarih, olayların gelişimini etkileyen olguları da inceler. Bu anlamda herhangi bir olayı anlatırken onun oluşum koşullarını da araştırır. Ne olmuşun yanı sıra neden olmuş, nasıl olmuş sorularını da irdeler. Bu da zahmetli bir uğraşı, bilimsel bir metodolojiyi, araştırmayı, sorgulamayı, değerlendirmeyi gerektiren bir süreçtir. Diğer yandan masalsı tarih anlayışı insanın içini ferahlatan bir şerbet içer gibi, hiç kafa yormadan aktarılan, adı üstünde, bir masaldır. Bilindiği gibi masal anlatmak, çocuk uyutmanın en iyi yoludur.
Türkiye’de sadece çocukları değil, çocuk aklıyla kalmış geniş bir toplum kesimini uyutmak üzere kaleme alınmış bir masal anlatısı ‘tarih’ adı altında belletilir okullarda. Kılçıksız bir anlatıdır bu, yutması kolay. ‘Biz’ vardır, bir de ‘onlar’. Biz iyi tarafı temsil ederiz, onlarsa kötüyü. Biz her zaman haklıyızdır, onlar her zaman haksız.
Sendelediğimizde, başarısız olduğumuzda onlar sadece haksız olmakla kalmaz, üstüne bir de hain olurlar masalsı tarih öğretimizde.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devrini padişahların marifetine bağlayınca, gerileme dönemi de yine padişahların basiretsizliğiyle, zevk u sefaya düşkünlüğüyle açıklanır.
Bu anlatıya göre kahraman bir lider gelip içten içe yozlaşmış olan imparatorluğu yıkarak yerine çağdaş bir Cumhuriyet kurmuştur.
Almanların ‘Goben’ ve ‘Breslau’ adlı savaş gemileri hangi şartlar altında ‘Yavuz’ ve ‘Midilli’ oldular, mürettebatları neden Alman üniformalarının üstüne fes giydiler, ardından da Karadeniz’e açılıp Rus şehirlerini topa tuttular? Ülkeyi Alman çıkarları için durduk yere, tam bir oldu-bitti ile savaşa sokan, ardından da yıkılmasına yol açan, en yumuşak ifadeyle Alman hayranı diye tanımlanan Enver Paşa bu masalsı ‘milli tarih’ anlatısıyla günümüze kadar bir kahraman olarak anılıyor.
Şimdilerde denizler yeniden ve tehlikeli bir şekilde ısıtılıyor. Bu kez Akdeniz’in doğusunda, uluslararası deniz hukukunun kurallarından bağımsız, kerameti kendinden menkul gerekçelerle bir gerilim tırmandırılıyor. Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti, Mısır, İsrail gibi devletler ortaklaşa geliştirdikleri bir proje uyarınca Doğu Akdeniz’de fosil yakıt yatakları bulmak üzere sondaj çalışmaları yürütüyorlar.
Benzetmek mümkünse, yukarda anılan devletler, aralarında anlaşarak bir şirket kurmuşlar. Türkiye de bu şirkete ortak olmak istiyor, ama bunu “Ben de sermaye koyayım” demek yerine, hırçın bir üslupla “Beni almazsanız size de izin vermem” tehdidiyle söylüyor.
Bu tehdit dilinin ardındaysa, son 30 yıldır Türkiye’nin tehditlerle elde ettiği başarılar var. Anımsamakta yarar var, Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komplo Suriye’ye yönelik savaş tehdidiyle başlamıştı. Keza mültecileri gönderme tehdidi ile AB üyesi ülkeler kolayca teslim alınmış, uluslararası hukuka aykırı tüm eylemler Avrupa tarafından sessizlikle karşılanmıştı. Sadece sessizlik de değil, örtülü bir destek bile sağlanmıştı. Kuzey Suriye topraklarını 30 kilometre derinliğinde bir hatta işgal etme operasyonları esnasında Avrupa veya NATO çevrelerinin dillendirdiği “Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkı vardır” söylemi, bu desteğin en somut örneklerinden biridir.
IŞİD çetelerine karşı savaş yürüttüğünü söyleyen Batı, bu kanlı terör örgütünün en önemli vasisini ısrarla görmemeyi, bilmemeyi tercih etti.
Ancak Doğu Akdeniz’de bu tehditlerin şimdilik beklenen sonucu vermek bir yana, tam tersine bir etki yaptığını görmek gerekir. Nitekim kriz bölgesinde askeri tatbikatların biri bitmeden diğeri başlıyor. Daha vahim olan iddia ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fazla can kaybına yol açmadan bir Yunan savaş gemisinin batırılması veya pilotu ölmeden bir savaş uçağının vurulması yönünde talimat vermesi. Bu aşamada askerlerin bu yöndeki istekleri reddetmesi olası bir felaketi önlemiş gibi görünüyor.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Yavuz ve Midilli ile başlayan süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun yok olmasıyla sonuçlanmıştı. Dileyelim ki 21. yüzyılın ilk çeyreğinde benzer bir filmi de Oruç Reis sondaj gemisinin güvertesinden izlemek zorunda kalmayız.