M. Gandhi’nin “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna “olsa iyi olurdu” şeklindeki cevabı şuan yaşadıklarımızın özü ve özeti durumunda. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, adalet… kavramları toplumsal mücadelenin ütopyasını tarif edenler kavramlar. Avrupa Birliği, sosyalist olmayan yoldan bu hedeflere ulaşılabileceği hayallerinin merkezi olageldi bugüne kadar. Faşizme karşı verilen büyük mücadelenin birikimleri, Sovyetler Birliği’nin basıncı, işçi sendikalarının örgütlü gücü Avrupa siyasetini şekillendiren köşe taşlarıydı. Diğer yandan, dünyanın en büyük gücü haline gelen ABD’nin biçimsel kopyası olarak Avrupa Birleşik Devletleri fikri Avrupa sermayesinin hayallerini hep süsledi. Birbirleriyle savaşmak yerine ortak ekonomik ve siyasal güç odağı haline gelme isteği 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Birliği adıyla ilk meyvesini verdi. Enerji kaynaklarına hakimiyet, sosyalizm “tehlikesini” savuşturma, gümrük duvarlarının kaldırılması “Kömür-Çelik Birliğini” Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) evresine yükseltti. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında 1993 yılında AET, Avrupa Birliğine (AB) dönüştü.
Demokrasi ve özgürlük fikrinin (liberal yorumu) 90’larda revaçta olmasının da etkisiyle AB Anayasası görece demokratik basınç altında kaleme alındı. AB bileşeni ülkelerin haklarını garanti altına alma isteği, insan hakları söylemiyle birleşince “Kopenhag Kriterleri” ortaya çıkmış oldu. 90’lı yıllar boyunca ve AKP’nin “liberal” döneminde, Kopenhag Kriterleri ve AB müktesebatı ile Türkiye’nin kurmuş olduğu ilişki etraflıca tartışıldı. Kriterlerin, Avrupa medeniyetine yapmış olduğu katkı ve Türkiye’de demokrasi çıtasını yükselteceğine dair belirgin bir umut oluştu.
AİHM’in, Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri konusunda vermiş olduğu kararlar bu umutları pek çok yönden besledi. AET, AB olduktan sonra, AB’nin iktisadi yönünden çok, Avrupa Parlamentosu (AP), AİHM gibi kurumlarla, daha çok insan hakları ve demokrasi merkezli bir medeniyetin siyasal projesi olma iddiası öne çıkmaya başladı.
AB ve kurumları insan hakları ve demokrasi üzerine kurulu bir medeniyet projesi iddiasıyla faaliyet yürütedursunlar, aslında bir kömür-çelik imparatorluğu olarak kurulan, Nazi Almanya’sı ve faşizan Avrupai hareketler ile aklı başında bir hesaplaşmaya hiç girişmediler. 12 Eylül günlerinde, Kenan Evren ile iyi ilişkiler geliştirdiler, büyük insan kıyımlardan birisi olan Bosna trajedisi, AB’nin gözü önünde yaşandı vb…
Cizre’de insanların yakıldığı, sakat bırakıldığı davalarda da, KHK ile hukuksuz bir şekilde işlerinden edilen kamu personeli vakalarında, AB-AİHM, meseleyi Türkiye’nin hukuki bir süreci olarak gördü ve mahkeme gündemine bile almadı. Bu süreçte, en temel insan haklarına yönelik saldırılar, AB ile Saray Rejimi arasında siyasi-askeri-iktisadi pazarlık konusu yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor.
Geçtiğimiz günlerde AİHM Başkanı Spano Türkiye’yi ziyaret etti. Yüzlerce akademisyeni KHK ile ihraç eden İstanbul Üniversitesi daha önce K. Evren’e verdiği fahri doktorant unvanını Spano’ya da verdi. Saray Rejiminin Ortadoğu’daki savaşı, Doğu Akdeniz ve Yunanistan üzerinden Doğu Avrupa’ya yayma arzusu ortada dururken; Milletvekili Barış Atay’a, İçişleri Bakanının hedef göstermesiyle saldırılması, 30 Ağustos’a katılmaya çalışanların bile fiilen ‘terörist’ muamelesi görmesi (Kırşehir’de bir milletvekili kaburgaları kırılacak kadar darp edilmesi), Sakarya’da Kürt işçilere linç girişiminde bulunulması ve Spano gittikten bir gün sonra idam tartışmasının başlatılması AB-AİHM’in düştüğü trajik durumu net olarak gösterdi.
Faşizm ile demokrasi arasındaki ince nüans yasa tarafından inşa edilmektir; faşizm sosyo-kültürel olarak sınırsız gücü arzulayan lümpen kitlelerin popülist politikalar ile güdümlü saldırganlığının alabildiğine desteklenmesidir; iktisadi olarak ise Hitler’in Alman sanayicileri ile birlikte hayal edip, tasarlayıp, gerçekleştirdiği üzere, kömür ve çelik merkezli emperyalist endüstriyelleşmedir.
Sonuç olarak, AİHM, AP gibi kurumları işlevsizleştirilen AB, bu haliyle başladığı yere, iktisadi bir Kömür-Çelik birliğine dönüş yolunda. AB’nin aslına rücu etmesi burada kalmaz, hikaye kömür ve çeliğe döndü mü; resmin iki eksiği kalır; Brandenburg Kapısı’nda dünyayı fethetmek için führerin arkasında saf tutacak birkaç milyon lümpen ve bir de her şeyi iyi bilen bir führer! Ki, yükselen işsizlik ve neo-nazi hareketleri ve popülist liderler çağı, bu açıkları da kolaylıkla kapatacak gibi görünmektedir.