Eylül’ün 1’i barışı düşünmemize vesile oluyor. Barış, savaşın olmaması hali olarak zamanın belli bir anına [savaş anına] ayrıcalık tanınarak okunuyor, bu yaklaşım barış kavramının içeriğini siyaseten azaltıyor. Savaşın ve şiddetli çatışmaların (olumsuzun) yokluğu ile barışı eksilterek algılarken diyalektik bir ilişki kuruluyor. Bu durumda savaş yoksa geride kalan zaman barıştır denilerek tartışma kesiliyor ve barış edilgin etkilenişlerin içine bırakılıyor. Oysa yaşam, nefes almaktan, su içmekten, karnın doymasından çok daha fazla! Kurucu olan, barışın/olumlanmış yaşamın etkilenişleri ve eyleyişleri!
Barış anmalarının bu yüzden ilk nedeni yaşamın ortak zenginliğini üretmektir. 1 Eylül’ün, hatta uyandığımız her günün, barış duygusunu, barış aklını ve kültürünü güçlendirerek bilimde, siyasette, sanatta ve aşkta özgün duygu üretimlerine köprü olması gerekir. İkinci nedenimiz yıllar önce yaşanmış çok kanlı savaşların ya da günümüzde, dünyada tanık olduğumuz irili ufaklı bölgesel savaşların ve iç savaşların bir daha yaşanmaması için etkin eyleyişlere vesile olmasıdır.
İkinci nedenden başlayalım ve kapitalist paylaşım savaşının ikincisini düşünelim. Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 barış günü olarak anılıyor. Ayrıca Birleşmiş Milletler, 1981’de, “Uluslararası Barış Günü”nü 21 Eylül olarak ilan etmiş. Yani Eylül ayında iki ayrı günde barış anılıyor. Türkiye’de iktidarlar barış sözcüğünden pek de hazzetmiyorlar. Bizim coğrafyamızda barış, Kürtlerin başka bir Türkiye ve Ortadoğu için kavgasını, 10 Ekim Ankara ve Suruç’taki barış güvercinlerini çağrıştırıyor.
1 Eylül’e dönersek 81 yıl önce başlamış (1939) altı yıl sürmüş, 40-50 milyon insanın hayatını yitirmiş olduğu bir savaşın anti tezi barış olarak kuruluyor. Öyle bir savaş ki ABD’nin ilk atom bombasını 1945’te Japonya’nın Hiroşima kentine attığı yıl sona eriyor. Nükleer silahın kullanıldığı tek savaş. Milyonlarca Yahudi’nin soykırıma uğrayışı. Bu bilgilerin ben de ürettiği duygu, derin bir keder! Ve “bir şeyler yapmalı” diyen iç sesim!
Hemen barış düşlerimizi çağırıyorum. Auschwitz’in bir daha yinelenmemesi için tetikte olmamız gerektiği konusunda kendimi ve bizi uyarıyorum. Vietnam savaşında napalmla yanan çocukların ağlayarak kaçtığı fotoğrafların yerine türlü nedenlerle, hatta nedensiz kahkaha atan çocukların görüntüleriyle dolmalı yaşamımız! Ya da Suriye savaşından kaçarken Akdeniz’e açılan insanları ölüme terk eden değil, konuk eden dayanışmacı coğrafyalarımız olmalı! Örselenmiş bedenler isteyen tüm despotlar, saraylarında tek başlarına kalmalı! Öyle ortak barış iklimi yaratılmalı ki Silopi’de bir mahallede polis panzeri eve dalmamalı, uykudaki iki çocuğu ezmemeli ve bu vahşet normalleşmemeli!
Şimdi ise anmaların asıl nedeni olan barış duygusu ile ortak dünya yaratma düşlerimize geçelim. “Herkesin herkese karşı savaşı”, doğayı, coğrafyaları, hayatları, duyguları, düşünceleri bölen ve birbirinden yalıtan ilişkilere yol açarken barışın sahasında güçlü bir ortak yaşam filizleniyor. Barışın titreşimleri; olabilirlikler, yaratıcılıklar, tekillikler, öznellikler üreterek sonsuzca çoğalabilen akışkan bir ilişki kaynağı sunuyor. Gündelik yaşamın her anında ve mekânında bireylerin ve tikellerin etkin etkilenişler yoluyla, doğa ile uyumlu, eşit, adil ve özgür bir toplumsal düzenin üretimi süreci olarak yaşanıyor barış. Bu yüzden barış benim favori kavramım! Her türlü tecridi ortadan kaldırma kudretine sahip insanların yaşama gücünü çoğaltan bir ilişki, bir zihin ve duygu hali!
Kendimizden başlayalım ve içsel çokluğumuza barış duyguları ile bakalım. İçimizdeki barış, farkına varmadığımız ama bizi sağlıklı tutan içimizdeki çokluk’un kurucu bir parçası. Bu niteliğiyle barış olsa olsa sayıları trilyonları bulan iyi bakteriler grubundan olabilir. Yani bizler, bedenlerimiz biyo-politik çokluk’uz. Nerede yaşarsak yaşayalım iktidar ilişkileri, güç ilişkileri içine doğarız, ne var ki her zaman barış ve özgürlük bakterilerini, tohumlarını içimizde taşır, direnir, iktidarları aşarız. Spinoza’nın ifadesinde olduğu gibi biz hala bedenlerimizin neler yapabileceğini bilmiyoruz. Tüm güç ve yetilerimizle kendimizi yıkabilir ve barış gücümüzle yeniden inşa edebiliriz. Bizleri yaşatan, hem kendi iç çokluğumuz hem de dışımızdaki çoklukla ilişkilerimiz. Varoluşumuz hiç olmadığı kadar doğaya ve başka bedenlerin varoluşuna bağlı.
Barışın Anadolu’su ve Mezopotamya’sı! Barışın Ortadoğu’su! Yurtta barış dünyada barışı salt savaşın olmadığı bir durum olarak değil, tüm çoğul güçlerin ortak zenginlik üretmek ve bölüşmek üzere kendini olumladığı bir yaratım olarak hissetmek gerekir. Herkesin tok, onurlu ve şairane konaklayabildiği müşterek bir vatan! Çocukların açlıktan ağlamadığı, zırhlı araçların altında kalmadığı, genç bedenlere kurşunun değmediği bir ülke! Güneşin doğduğu her yeni günde tüm tikel kimliklerin yeniden ve yeniden karşılaştığı, harmanlandığı, sonsuzca devindiği farkların ülkesi! Barış etkilerinin zihin ve yürek sularında ürettiği titreşimlerin dalga dalga yayıldığı çiçek bahçesi bir Ortadoğu! Yüreği barışla çarpan Rojava’dan uzanan ellerin, sözlerin ve eylemlerin sonsuz etkileyişleri! Anadolu ve Mezopotamya’dan uzatılan eller ile güçlenen Ortadoğu çokluğu!
Özcesi, barış ortak varoluş serüvenimiz içinde keşfettiğimiz ve ürettiğimiz bir ilişki. Şimdi ve burada, bir bireyin barışı nasıl yaşayabileceğini hissediyorum, bu yüzden sevinçliyim. Dünya barış günümüz kutlu olsun!