Christopher Nolan, son filmi Tenet’e yine zaman ile olan derdinin farklı bir yanını ele alıyor; ama ele alırken klişelere boğulan, yine en yüksek perdeden bir anlatımla yapıyor bunu
Suzan Demir
Pandemi süreci ile birlikte sadece Türkiye’de değil dünyada da sinema uzun zamandır bir durgunluk yaşıyor. Hemen hemen tüm ülkelerin normalleşmeye başladığı şu süreçte Warner Bros, Christopher Nolan’ın son filmi Tenet’i gösterime soktu. Bu büyük bütçeli aksiyon filmi, uzun süredir sinema salonlarından uzak duran seyirciyi cezbedecek bir vitrine sahip. Özellikle Nolan’ı takip eden izleyicisi için de epey merak uyandırıcı.
Geriye kalıyor IMAX
Ama Nolan’ın sineması açısından yeni bir şeyin olduğunu söylemek güç. Christopher Nolan’ın zamana olan zaafını yeniden ve yeniden belki farklı küçük formüllerle kategorize ettiği bir film Tenet. Geriye kalan kısım ise devasa bir aksiyon. Zira 150 dakikanın neredeyse tümünde, son derece hızlı akan bir film. Bu durum, aksiyon seyircisi için heyecan verici olsa da Nolan’ın derdini anlamak isteyenler için büyük bir gürültü içerisinde, ağır bir felsefe metni okuyup algılamaya çalışmak gibi bir çaba gerektiriyor. Bu da son derece yorucu. Haliyle filmin felsefesini anlamaya çalışmaktan geriye Imax teknolojisi kalıyor.
Derdini dipnotta veriyor
Christopher Nolan’ın bir derdi var ama bunu çok büyük bir perdeden anlatma gayesinde her zaman. Nolan’ın sinemasını baltalayan yer de tam olarak bu büyük anlatma çabası. Zira anlatıya o kadar büyük görkem katıyor ki bir süre sonra bir karaktere şema çizerek derdini söyletiyor. Örneğin Intersteller’da paralel evreni ve solucan deliğini anlatma anı gibi. Katlanmış bir kâğıt ve aradan geçen kalem… Seyirciye alan bırakmıyor her zaman ondan bir adım önde giderek hikâyeyi bu şekilde anlatmayı yeğliyor. Aksiyona es verilen noktada “Aslında ben şunu anlatmak” istiyordum diye bir dipnot düşme gereği duyuyor. Tenet de bu şekilde anlattığı filmlerinden biri.
Bondvari bir baş kahraman
Filmin konusuna gelirsek: Uluslararası bir casusluk organizasyonu çıkabilecek bir 3. Dünya Savaşı’nı engellemek için çabalıyor. Filmde bir başkahramanımız var ve tüm operasyon onun etrafında şekilleniyor. Evirtilmiş denilen silahları bulup yok etme çabasındalar. Yani geleceğin geçmişe açtığı bir savaşı durdurmaya çalışıyorlar. Birtakım kişiler tarafından geçmişte yapılan silahlar, gelecekten yine geçmişe döndürülüyor. Nolan zamanı yine eğip bükerek paralel bir şekilde anlatıyor. İç içe geçmiş bir sürü zaman sarmalı çıkıyor karşımıza. Döngüsel bir paradokstan bahsediyor ki Nolan her filminde hemen hemen çıkmaz sokaklı bir paradokstan bahseder. Aslında şimdiye kadar filmlerde anlattığı zaman, kahraman, dünyanın kurtulması ve o dev aksiyonun farklı bir varyasyonu Tenet. Farklı olarak belki kahramana biraz daha fazla James Bond havası vermiş olması var. Zaten kendisi de bir Bond filmi çekmeye dair niyetinin olduğunu çeşitli yerlerde dillendirmişti. Belki bu, o özlemini gideren bir şeydir.
Paradoksal zaman
Tenet’in ve Nolan’ın zamanla olan derdini bir noktada Netflix’in akılları allak bullak eden dizisi Dark’ı benzettiğimi söyleyebilirim. Yazının buradan sonrası belki iki yapımı da izlemeyenler için can sıkıcı detaylar barındırabilir. Örneğin Dark’ta Joanas’ın nasıl Adam olduğunu öğreniyorsak burada da benzer bir durum söz konusu. Benzettiğim tek nokta burası da değil açıkçası, başkahramanın bir diyalogda zamandan bahsedilirken “Özgür irademiz yok mu?” sorusunu sorması, Dark’ın da fazlasıyla işlediği Schopenhauer felsefesine göz kırpan bir algı yarattı zihnimde. Zira ikisinin de zaman ve irade üzerinden bir anlatımı ortaya koyduğunu düşünürsek, bunların Nietzsche ve Schopenhauer felsefelerine yakınlığı çok da garip kaçmaz. Zira Nolan da her defasında dönüp dolaşan ve iç içe geçmiş bir zaman sarmalını kullanıyor. Tabii benzerlik Dark’tan etkilenme olarak ele alınamaz. Zira yapımların gösterime girişleri tam da dünyanın iradesini yitirme sebebinden zamansal olarak çakıştı.
Dön dolaş aynı yer
Filmin karakterleri açısından çok iyi oyunculuklar ya da derinlikli tiplemeler yarattığını söylemek de güç. Nolan filmi büyük oranda aksiyona kanalize ettiği için tüm ana unsurlar onun içinde eriyip gidiyor. Tıpkı karakterler gibi. O yüzden epey karikatürize bir tablo çıkıyor karşımıza. Soğukkanlılıkla herkesi öldürebilen ama iş kadınlara, çocuklara ve masumlara geldiğinde bir anda “Melek” kesilen kahraman. Sevgi- tutku gibi duygular için tüm operasyonu tehlikeye atan kahraman aynı zamanda. Tipik Rus mafyası tiplemesi… Bunlar Hollywood’un ve bu tür Bond sinemasının en klişe tiplemeleri. Ama nihayetinde Joker tiplemesi ile Batman’e değil, “kötü karaktere” hayran kitleleri yarattıktan sonra bir şekilde Bruce Wayne’i “Kahraman” ilan etmiş bir yönetmenden bahsediyoruz. Ana akımın içinde farklı bir noktaya gelip yine başa dönen bir yönetmen bu…