Dünya medeniyet tarihindeki büyük değişimlerin ana merkezi olan Ortadoğu’da bugün en cazip trend, bölgesel kültürel bağların tamamen parçalanması ve yeni totaliter rejim biçimlerinin inşa çabasıdır. Yakın ve Orta Doğu’nun beş veya on yıl sonra nasıl görüneceğine dair bugünden esaslı (Substantive) bir tahminde bulunmak elbette çok zordur. En iyi ihtimalle, bugün etkili olan eğilimler, er ya da geç değişse ya da bozulsa bile, belirleyici olabilir ve bu şekilde yakın geleceğin çerçevesini çizebilir. İkinci bir trend ise bölgesel parçalanmanın önüne geçecek ve onu yeniden bir araya getirecek, iç entegrasyonu sağlayacak kapsayıcı bir fikrin ve gücün olmamasıdır.
“Arap Baharı” olarak adlandırılan yeniden canlanma süreci ve ezelden beri süren Filistin ve Kürt halklarının özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi aralıksız bir şekilde egemen devletler tarafından terörize edilmektedir. Büyük uluslararası güçlerin, yerel halklar orijinli talepleri görmezden geldikleri gibi mevcut düzenin parçalanmaması adına yeni bir “Sykes-Picot” projesine de yanaşmadıklarını görüyoruz. Dışarıdan tanımlanmış bir devletler sistemi olan Sykes-Picot projesi İngiliz Mark Sykes ve Fransız diplomat François Georges-Picot’nun 1916 yılında çizdikleri bugünkü ihtilaflı ülke sınırlarıdır. Uluslararası anlaşmalara intikal eden sınırların bu hali, ne yerli halklarca ne de bölgesel bazı güçler nezdinde hala tam olarak kesinlik kazanmış değildir. Dolayısıyla birçok çatışma ve savaşın esas nedeninin o günkü harici planla ilgili olduğu unutulmamalıdır.
Bunun yanı sıra bölgesel aktörler, yeni bir düzen ve düzenleme konusunda kendi fikir ve kudretleri üzerinden uzlaşmak üzere bir tür Viyana Kongresi benzerinin toplanmasına ne istekliler ne de böyle bir kabiliyete haizler. Pek çok açıdan, Akdeniz ile Basra Körfezi arasındaki bölge artık bildiğimiz ya da bildiğimizi düşündüğümüz Ortadoğu değildir. Bu hâl hem halklar ve yönetici elitler arasındaki ilişkiler açısından hem de bölgedeki küresel güçler açısından geçerlidir. Bu temel olguları jeopolitik eğilim üzerinden altı başlık altında toparlamak mümkündür.
Birincisi: Uluslararası oyuncular organik olarak bölgedeki tufanın dışında kalmaya çalışıyorlar. ABD, AB ve üye devletleri, Rusya, Çin ve diğerleri, bölgedeki temel çıkarlarını korumaya, müttefiklerine yardım etmeye ve onları donanım olarak güçlendirmeye ve mümkün olduğu durumlarda bölgesel taraflar arasındaki çatışmaları kontrolde tutmayı hedefliyorlar. Nihai çözüm ve barış müzakerelerine asla yanaşmıyorlar ve yanaşmayacaklardır. Bu güçlerin çözümsüzlüğü bir idare biçimine dönüştürdükleri ve bundan gayet memnun oldukları aleni bir şekilde göz önünde. ABD önderliğindeki “koalisyon” tarafından sözde İslam Devleti’ne karşı yürütülen mücadelenin sadece hava saldırıları, teçhizat yardımı ve eğitimle sınırlandırılması bile bunun bir göstergesidir. Bölge ülkelerinde yapısal değişiklikler başlatmak için ne ilgileri ne de niyetleri söz konusudur. Bunun sebebi, esas neden olmasa da ABD’nin Irak’tan, AB’nin Yugoslavya’dan, Rusların ise Afganistan’dan aldıkları ebedi ders olabilir.
İkincisi: Jeopolitik olarak bölge, eskiyi aratmayacak bir öneme sahip olmasına rağmen güç dengesi değişiyor ve küresel ittifaklar bozuluyor. Sykes-Picot’dan beri ilk defa Suriye ve Irak eşzamanlı olarak aktif devlet rollerini yitirmiş ve her iki ülke de başkalarının kendi siyasi, ideolojik ve mezhepsel çatışmalarını yürüttüğü bir vekâlet alanına dönüşmüştür. Mısır kendi kadim tarihiyle uğraşırken, Suudi Arabistan, Türkiye ve İran bölgedeki radikal güçleri kullanarak daha baskın bir konuma gelmeye çalışmaktadır. Hem bölge halkları gözünde hem de küresel güçler nezdinde her üçü de şimdiye kadar bölgesel güç birliğini bozan hariciler olarak betimlenseler de, sahada kalmakta kararlı gözükmekteler. Dolayısıyla bugüne kadar yaşananlara bakıldığında hem kendilerinin hem de arkalarındaki küresel güçlerin sorunun kaynakları oldukları anlaşılmaktadır. Türkiye’nin saldırgan ve yayılmacı tavrını bundan ayrı tutarak, Riyad ve Tahran arasında esaslı bir anlaşma olmadan, bölgesel barışın sağlanamayacağını ve Suriye’deki savaşın son bulamayacağını bilmek lazım. Bölgedeki birçok devlet İslam Devleti’ni sözde ciddi bir tehdit olarak görüyor ama her biri kendine yakın olanla ahlak dışı iş tutmaktan da geri durmuyor. Böylesine büyük meydan okumaların hâsıl olduğu durumlarda devletlerarası rekabetin üstesinden gelmek pek mümkün olmuyor. Onun için Ortadoğu’da, “düşmanımın düşmanı” söylencesi genellikle diğerinin dostu olmuyor, bizatihi düşmanı da olabiliyor.
Üçüncüsü: Bütün yakıcılığıyla ortada duran İsrail-Filistin çatışmasına hem bölge hem de küresel güçlerin daha az önem verdiklerini görüyoruz, ancak İsrailliler ve Filistinliler için bu çatışma hâlâ ilk günkü gibi kör bir düğümdür. İsrail-Filistin çatışmasının bu ölümcül haliyle devam ederken yeni şiddet patlamaları daha muhtemel bir hale evrilecektir. Buna benzer bir şiddet döngüsünün, Ortadoğu’nun mevcut dört devletini kapsayan Kürt davasında da büyüyerek gelişeceği muhakkaktır. Hem İsrail’in hem de diğer dört devletin gücü, aldatıcı bir özgüven biçimi teşvik ettiği için olası arabuluculuk girişimlerinin tamamının fiyaskoyla sonuçlanacağını şimdiden kestirmek olasıdır.
Dördüncüsü: Küreselleşen dünyada hiçbir ülke artık dahili baskı yöntemleri ve savaşlarla iç dinamikleri istediği ölçüde kontrol altına alamaz. Arap dünyasında, son birkaç yıldır devam eden iç savaşlar büyük ölçüde bununla ilgilidir. Her ne kadar savaşlar ülkelerin sınırları içinde kalıyor gözükse de, bugün Lübnan, Cezayir, Sudan, Yemen, Irak ve Suriye tamamıyla bir dünya sahnesidir. Aynı şey Filistin ve Kürt davaları için de geçerlidir. İsrail ve Türkiye’nin bütün lobi ve diplomatik ataklarına rağmen her iki halkın mücadelesi küresel bir karaktere bürünmüştür. Yani mevcut ülke sınırlarını aşan salt Suriye ve Irak’taki savaşlar değildir. Aynı tehlike çanları Iran ve Türkiye başta olmak üzere birçok bölge ülkesi için çalmaktadır. Durum böyle olunca, mevcut sınırların kendisi daha az önemli hale gelmekte ve Ortadoğu dünyasının bölgesel sınırları giderek bulanıklaşmaktadır.
Beşincisi: Bulanıklaşan bölgesel sınırlar haliyle beraberinde yeni yarı egemen siyasi-bölgesel öğeler ortaya çıkarıyor. Bu, yalnızca uluslararası devletler topluluğunun birçok bakımdan tek bir devlet olarak ele aldığı Irak-Kürt bölgesi veya Suriye’deki Kürt kantonları için değil, aynı zamanda sözde İslam Devleti (İD) için de geçerli olan yeni bir durumdur. Rojava’ya karşı yürütülen amansız siyasi ve askeri taarruzun temel sebebi de bu olgusal hakikatle ilgilidir. Adını İslam Devleti olarak değiştiren IŞİD’in, ilk başlarda her ne kadar küresel güçler tarafından bir terör projesi olarak kurulmuş olsa da, zamanla başka bir noktaya evrildiğini bugün daha iyi anlıyoruz. Bugün İslam Devleti ve onun türevleri birçok bölge devleti için bir terör örgütünden ziyade, cihatçı bir devlet kurma projesi olarak kabul görmektedir. Erbil’deki Kürt bölgesel hükümeti, Rojava kantonları veya Filistin otoritesinin aksine, uluslararası toplum tarafından tanınmaya çalışmayan ve Birleşmiş Milletler üyeliği için başvurmayan totaliter, genişleyen bir devlet kurma girişimidir. Bölgesel ve uluslararası düzeni de bu şekilde reddetmektedir.
Altıncısı: Artık, cihatçı bir devlet eğilimi içinde olan sadece IŞİD ve onu türevleri değildir. İran ve Türkiye başta olmak üzere sistem dışı güçlerin desteğiyle yeni oluşumların da inşa edilmeye çalışıldığını öteden beri görüyoruz. Bağdat ve Şam’da inandırıcı, kapsayıcı hükümetler olmadığı ve Suudi Arabistan’dan ikna edici siyasi ve teolojik alternatif teklif gelmediği sürece, İslam Devlet hem fikri, hem askeri, hem de siyasi ve ideolojik bir meydan okuma olmaya devam edecektir. Lakin İslam’ın Vehbi yorumu, İslam Devleti ve diğer cihatçılar için ideolojik ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Suudi Arabistan ile İran arasındaki hegemonik çatışma tüm bölgede mezhepsel kutuplaşmayı körüklemeye devam ettikçe Osmancılıkla İslam Devleti iç içe geçerek büyümeye çalışacaktır. Prensipte komşularla olan ilişkilerde farklı eksenler belirleme fırsatı da sunan Ortadoğu’daki bu tufanda dengeler birçok yeni gelişmeye gebedir. Burada Ortadoğu bilmecesi, tarihte görüldüğü gibi birçok gücü yuttuğu gibi, yeni birçok gücün ortaya çıkmasına imkan tanıyacak birçok dengeyle de doludur.