Emre Tansu Keten
Dolar ve eurodaki artış durdurulamaz, ciddi bir ekonomik krizin ayak sesleri daha da duyulur hale gelirken, Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın yeni ekonomik modeli sosyal medyada alay konusu oldu. Acemice hazırlanan ve sunulan yeni ekonomik modele dair Güler Sabancı’nın yorumu ise bir başka gündem maddesi olarak öne çıktı. Batıcı-laik sermayenin en önemli bileşenlerinden birisi olan Sabancı’nın, böylesi bir modeli övmesi, Sabancı ve Koç başta olmak üzere AKP’ye muhalif gözüken sermaye gruplarının AKP döneminde sağladığı büyüme göz önüne alındığında gayet anlaşılır gözüküyor. Kamu kaynaklarını talana açma ve sınırsız bir kuralsızlaştırmayı temel alan AKP ekonomi modeli, iktidar dönemi boyunca çoğunlukla kendi sermaye gruplarını besleyip büyütse de, Türkiye’nin en büyük holdinglerini içerisinde barındıran TÜSİAD’ın üyelerini bu sürecin dışında bırakmadı. Hal böyle olunca, yıllar boyunca siyasal alanda karşı karşıya gelmiş olsalar da, mevcut kriz döneminde, patronlar “sınıfını bilip safa geldi” ve krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek için el ele verdi. AKP ile kadim burjuvazinin ilişkisini, AKP ekonomi modelini ve mevcut krizin etkilerini/sonuçlarını Marmara Üniversitesi İİBF İktisat bölümünden emekli Prof. Dr. Mehmet Türkay’la konuştuk.
AKP iktidara geldiği günden bugüne, Türkiye kapitalizmi içerisinde nasıl bir işlevsel rol oynadı?
AKP için esas referans noktası 12 Eylül darbesidir. Darbenin taşıyıcısı olduğu ideolojik çerçeve bugünün sınırlarını da büyük ölçüde belirliyor. Biliyorsunuz, zaten darbenin temel elemanlarından birisi Özal’dı. Özal’ın konsolide ettiği yeni sağ ideoloji, Türkiye’nin geleneksel sağının da rengini değiştirdi. Bu renklerden en önemlisi İslâmi vurgulardı. O süreç itibariyle AKP’nin kurduğu düzenin zemini oluşturuldu. 90’lı yıllarda başka bir ruh hali vardı tabi. Kürt Hareketi ve solun hareket alanı vardı bu dönemler. Ancak 2000’lerle birlikte çerçeve ve hava değişti. Bunun dünya konjonktürüyle de alakası var tabii ki. Nasıl 80’lerin başında Reagan, Thatcher, Özal meselesi varsa, 2000’lerin başında da, geniş bir coğrafyada yeni sağ liderler yükselmeye başladı. Bunun Türkiye’ye yansıması AKP oldu. Dolayısıyla AKP’nin asli referansı 12 Eylül’de başlayan süreçtir. AKP’yi Türkiye siyasal tarihinde önemli kılan, bir rejim değişikliği iddiasında olmasıdır. İlk dönemlerde de bu akıllarındaydı, ancak bunun sınırları vardı. Bu dönem AKP’nin demokrasi söylemleri insanların kafasını karıştırdı. Biliyorsunuz, sol liberal olarak anılan çevreler bu dönem büyük beklenti içerisine girdi. Ancak 2000’lerin sonuna gelindikçe, AKP’nin kurumsal dönüşüm çabaları da ağırlık kazanmaya, liberallerin yerini tarikatlar almaya başladı.
AKP, iktidar olmasının kendisine sağladığı olanakları nasıl kullandı?
Bütün bu süreçte, AKP hayırsız damat gibi, şımarık bir mirasyedi gibi davrandı ve kamusal olanakları kendi projesi için sınırsızca kullandı, kullanmaya devam ediyor. Tabi, bunun karşı tarafında yer alan muhalefetin, halkla temasının çok sınırlı olması ve güçsüzlüğü AKP’yi güçlendiren bir etken oldu. Bu çerçeve içerisinden baktığımızda, AKP’nin sermayenin yeniden dağıtılması gibi bir görevi de üstlendiğini söyleyebiliriz. Sermayenin yeniden dağıtımı, “yeşil sermaye”, “İslâmi sermaye” olarak adlandırılan ve bunlara sonradan katılan, İslâmiliği çok belirgin olmayan, ancak AKP’nin bağlantı ağı içerisinde olan sermayedarlara kamu kaynaklarının aktarılması ve ihalelerin dağıtılması şeklinde oldu. Bu, İslâmcıların örgütü olan MÜSİAD’ı da aşan bir büyümeydi ve yeni bir sermaye sınıfı oluştu. Bu yeni sermaye sınıfının oluşması, sermaye sınıfı içerisindeki çatışmada, safları yeniden tanımladı. Erdoğan, bu çatışmada, Müslümanlıkla tanımlanan sermaye lehine açıkça taraf olurken, Türkiye’nin kadim burjuvazisi de gardını aldı. Ancak kadim burjuvazi dediğimiz büyük sermaye grupları bu süreçten zararla mı çıktı diye sorarsak, cevabımız hayır olur. Bildiğiniz gibi Tüpraş’ı Koç aldı, ihalelerden kazançlı çıkan gruplar oldu, başka yatırımlarda önleri açıldı. Erdoğan da, TÜSİAD da birbirlerine yönelik açıklamalar yapsalar, siyaseten karşı karşıya gelseler de, birbirlerini karşılarına almaları mümkün değildi ve böyle de oldu. Kadim sermaye kendi birikimi konusunda bir sakınca görmediği sürece AKP iktidarı karşısında suskun kaldı. Eskiden her konuda açıklama yapan TÜSİAD, ortalık yangın yeriyken susuyor mesela.
AKP döneminde kural haline gelen kuralsızlaştırma Batıcı-laik sermayenin de işine geldi diyebilir miyiz?
Tabii ki, bu önemli bir araçtır sermaye için. Bahsettiğimiz neo-liberalleşme döneminin en önemli araçlarından birisidir kuralsızlaştırma ve bütün sermaye kesimleri bunu kullandı. Yaygın kanının aksine, bundan sadece AKP eliyle büyüyen yeni sermaye kesimi yararlanmadı. Neo-liberalizmin bütün dünyada zafer kazanmasının ardından, kuralsızlaştırma uluslararası ekonomide de yaygınlık kazandı ve Türkiye sermayesi bu alanda rekabet edebilmek için bunu talep etti aslında. Zaten bu sistemin kuruluşunda bu var. Pinochet rejimini kuranlar, Friedman gibi isimlerdi.
Ancak bu noktada da bir kavramsal temizliğe ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Liberalizm olmadan neo-liberalizm tartışılamaz. Liberalizm kavramının insanlarda çağrıştırdığı olumlu bir anlam var, niyeyse. Liberalizm dediğimiz şey kapitalizmin asli kurucu ideolojisidir. Bu ideoloji, farklı tarihselliklerde ve farklı toplumsallıklarda başka biçimler altında açığa çıkmıştır. Bunu iyi görmek gerekiyor. Liberalizm, ilk bakışta özgürlük ve serbestlik gibi kavramları akla getirse de, tam aksine bu topraklarda şiddeti çağıran, şiddeti örgütleyen ve bunu sonuna kadar kullanan bir ideolojidir. Bunu 1923’lerden beri izleyebiliriz. Liberalizm, 30’lu yıllarda devletçilik olarak, 80’lerde neo-liberalizm olarak çıkmıştır karşımıza. Devlet ile sermaye arasındaki ilişkinin, nihayetinde devleti biçimlendiren bir ilişki biçimi olduğunu bu örneklerde çok iyi görürüz.
Özellikle 80’lerden sonraki süreç tek taraflı bir tarih gibi yaşandı esas olarak. Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Ancak bu süreçte sermayenin karşısında örgütsüzleştirilen emek sahneden çekildi ve sınıf mücadelesi aslında sermaye sınıfının içinde, bu sınıfın çeşitli kesimleri arasında yaşandı. Dolayısıyla, 80 sonrası devletin yapılanması da, bu sermaye fraksiyonları arasındaki mücadelenin sonucu olarak karşımıza çıktı.
Burjuva iktisatçılarının bu sürece yönelik eleştirilerinin altı da çok dolu değil o zaman.
“Pure (saf) iktisatçılar” kuramsal çalışırlar. Dolayısıyla o kuramdan sapıldığı zaman yanlış bir yola girildiğine dair uyarı verirler. Onlar, bizim ekonomi-politik dediğimiz alanın dışında, bir alan olarak saf, yalın bir iktisat alanı tanımlıyorlar. Klasik iktisatçılardan itibaren bu alan belli bir kurallar eşliğinde kendiliğinden ilerler ve kurallar ihlal edilmediği sürece bir müdahaleye gerek yoktur. Ancak işler böyle ilerlememiştir tabii ki. Kuralsızlaştırmanın Türkiye’deki en yaygın hali rüşvet olmuştur mesela, rant ve talan olmuştur. Bunların hepsi hoş görülmüştür. Bunlar maddi ilişkiler içerisinde bir olanak olarak ortaya çıkmıştır. Ancak kuram açısından bu sapma olarak tanımlanır. Burjuva iktisatçıları, bu açıdan, sürecin kendisine itiraz ederler ama sürecin sonunda kâra dair sorun çıkmadığı için susarlar. “İşleyiş kötüyse sonuç nasıl iyi oldu” gibi sorular sormazlar. Sonuca odaklanırlar.
Yakın zamanda nelerle karşılaşacağız?
Bu dönemin, yakın zamanda, nasıl sonuçlanacağı açık değil. Büyük ihtimalle IMF’ye gitmek zorunda kalacaklar. Ancak IMF’ye gittikleri zaman, ki oraya nasıl giderler bilmiyoruz, karşılarına bütün o kapitalist rasyonalitenin kuralları çıkacak. AKP’nin ekonomik yapısıyla bu rasyonalite arasında büyük bir uyuşmazlık var. Asıl sorun o zaman ortaya çıkacak. Bu nedenle şimdi bu kadar ayak sürüyorlar. Aslında, bu krizin maliyetinin toplumsallaştırılması noktasında hamasetten başka bir araç yok ellerinde. İnsanları din ve milliyetçilik eksenli bir hamaset ile ikna etmeyi başarıyorlar. Özellikle emek cephesinin örgütsüz ve güçsüz olduğu böyle bir dönemde, yarattıkları ikna ile bu süreci siyasi olarak aşabilirler.
Güler Sabancı’nın Berat Albayrak için ‘ona inancımız tam’ demesi konuşuluyor şu aralar?
Yangın yeri derken, en güncel örneği olarak ekonomik kriz var karşımızda. Sabancı’nın bu konudaki tavrı önemli evet. Ancak, siyasi konjonktürden bağımsız olarak da rasyonel tavır budur bence. “Niye kriz çıktı” diye sormaz sermaye. Çünkü her kriz yeniden yapılanma sürecidir. Özellikle sermaye içerisindeki elenme sürecini hızlandıran bir dönemdir. Bu anlamda, kategorik olarak sermaye bu sürecin asli taşıyıcılarından birisi. Krizle beraber birilerinin varlığı başkalarının eline geçecek, sermaye ve servet transferleri ile karşılaşacağız. Dolayısıyla, ekonomik kriz her şeyden önce sermaye için bir fırsattır. Krizin maliyeti, yoksul ve emekçi kesimin üzerine binecek. Devlet, böylesi kriz dönemlerinde maliyeti toplumsallaştırmak, kârı özelleştirmek görevini üstlenir. Bu süreçte yaşadığımız ve yaşayacağımız tam olarak bu. Özellikle, emek cephesinin örgütsüz ve güçsüz bırakıldığı böyle bir dönemde, bunu daha ağır bir şekilde yaşayacağız. Burada, tüm cepheleriyle sermaye sınıfının devletin ve AKP’nin yanında saf tuttuğunu söylemek gerekiyor.