Avrupa medyası bugünlerde Doğu Akdeniz, Ege ve Libya üçgenindeki sıcak gelişmelere yoğunlaşıyor. Özellikle Türkiye’nin “Oruç Reis” sondaj gemisini savaş gemileri refakatinde Yunanistan’ın Münhasır Ekonomik Bölge olarak gördüğü sulara göndermesi, neredeyse tüm burjuva basınının “savaş mı çıkacak” sorusunu manşetlerine taşımasına neden oldu. Yorumcular genellikle Türk hükümetinin Akdeniz ihtilafını iç sorunların üzerini örtmek için kullandığını iddia ediyor.
Her ülkede olduğu gibi, Türk hükümeti de dış politik gelişmeleri iktidarını güçlendirmek için kullanmaktadır, kullanacaktır. Ancak Akdeniz’deki güncel ihtilafı sadece bununla açıklamaya çalışmak yeterli değil – bilhassa demokratik muhalefetin gündemini belirlemek açısından. Kanımızca bu ihtilaf Türkiye’deki muhalif güçleri bir hayli sıkıştıracak. Çünkü ihtilafın derinleşmesi muhalif güçleri pozisyon almaya zorlayacak ve bir yanı ulusalcı-milliyetçi hezeyanlar, diğer yanı Batı’dan medet umma olan bir ikilemle karşı karşıya bırakacak.
Bizce böylesi bir ikileme sıkışmamanın ve tarihsel süreç içerisinde doğru pozisyon almanın anahtarı enternasyonalist sınıf bilincidir. Yani farklı ülkelerdeki iktidarların körükledikleri ihtilafları önce bu ülkelerin ezilen ve sömürülen sınıflarının çıkarlarına göre değerlendirip, asli görevin ne olduğunu, 13 Ağustos’ta 149’uncu doğum gününü kutladığımız Karl Liebknecht’in vurguladığı gibi, “asıl düşman ülkemizdedir” gerçeğini bilincimize çıkartmaktır.
Gelişmeleri enternasyonalist sınıf bilinciyle değerlendirmek, diyalektik ve tarihsel-maddeci düşünceyi gerektirir. Bu da çelişkili görünen değerlendirmeleri anlaşılır kılar. Örneğin Türk hükümetinin “Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz kaynaklarından faydalanma” talebinin, esas itibariyle haklı bir talep olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu, Münhasır Ekonomik Bölge ilânlarını haklı gördüğümüz ve savaş gemileriyle güç gösterisini destekliyoruz anlamına gelmez.
Çelişkili görünen bu iki cümleyi şöyle açıklamaya çalışalım: Akdeniz, tüm diğer denizler gibi, tüm halkların ortak ve eşit kullanımına açık olmalıdır. Bu açıdan BM Deniz Hukuku’nun öngördüğü ve 200 deniz mili ile sınırladığı Münhasır Ekonomik Bölge uygulaması yanlıştır. Bu uygulama Akdeniz ve Ege’de sürekli ihtilaf yaratan ve denizlerin ortak kullanımını engelleyen bir unsur hâline gelmiştir.
Diğer taraftan, iklim krizinin de kanıtladığı gibi, fosil enerji taşıyıcılarından uzaklaşma zorunluluğu Akdeniz ve Ege’nin, hangi ülkenin öncülüğünde olursa olsun, uluslararası tekellere peşkeş çekilmesini reddetmeyi gerektirmektedir. Salt ekolojik açıdan değil, paylaşım çatışmalarının gerçekten sıcak savaşa yol açma tehlikesi taşıdığından doğal gaz aramasına karşı çıkmak muhaliflerin pozisyonu olmalıdır.
Bu bağlamda, “düşmanımın düşmanı” – bilhassa egemenlerdense – hiç “dostum” olamaz. Yani olası bir sıcak savaş tehlikesi karşısında muhaliflerin görevi, o veya bu hükümetin yanında yer almak değil, en başta savaşın çıkmasını engellemek ve barışın sağlanması için savaşmaktır. O nedenle Türkiye’deki devrimci-demokratik güçler acilen barış, iş birliği ve halkların dostluğunu temel alan inandırıcı bir söylem ve programatik geliştirmek, barış ve demokratikleşmeden yana olan tüm direniş ocaklarını, toplumsal sınıf ve katmanları bir araya getirmeyi hedefleyen bir siyasetin öncülüğünü üstlenmek zorundadırlar. Aksi takdirde, zaten ekonomik ve siyasi açıdan sırtını duvarda hisseden rejimin toplumsal destek üretmesine daha fazla olanak tanıyacaklardır.