20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden alınan Ortadoğu toprakları sömürgeciler arasında paylaşılırken petrol kaynaklarının bulunduğu Irak İngilizlerin, ticaret merkezi durumundaki Suriye ise Fransızların payına düştü (Ortadoğu’da sınırlar her ne kadar cetvelle çizilse de Bağdat merkezli Irak, Şam merkezli Suriye uzun yüzyıllar boyunca ayrı yönetim ve uygarlıklara ev sahipliği yaptılar). Fransızlar, neredeyse Haçlı Seferleri’nden beri zaten buraları kendi toprakları sayıyordu. Suriye topraklarını 1920’de devralan Fransızlar, burayı 1946 yılına kadar çeşitli sıfatlarla başa getirdikleri kişilerle yönettiler.
Ancak önemli düzeyde Hristiyan nüfus barındıran Beyrut ve çevresini Şam yönetiminden ayırma faaliyetleri ise neredeyse 1926 yılından itibaren başlatıldı. Hatta orası için özel ve güzel bir anayasa yazıldı. Şam’daki yönetimin bu ayrılmayı kabul etmesi için çeşitli girişimler oldu. Hristiyanları, Müslümanlardan; Müslümanları da birbirinden koruyan bir demokrasi-yönetim modeli oluşturuldu. Böylece Lübnan, bağımsızlığını 1943 yılında ilan ederken; Suriye’nin bağımsızlığını ilan edebilmesi ancak 1946 yılını buldu.
Suriye’den koparılan Beyrut ve yakın çevresinde, Lübnan adıyla kurulan devlet, hemen hemen eşit olan Hristiyan ve Müslümanların nüfus yapısını esas alıyor ve anayasa bir halkın ya da dini grubun diğerini ezmesine karşı çıkıyor. Cumhurbaşkanı Hristiyanlardan, Meclis Başkanı Şiilerden, Başbakan Sünnilerden seçiliyor. Ortadoğu’daki halk ve dini grupların kardeşçe yaşabileceğini gösterme amaçlı bu proje, özellikle bugünkü nüfus dağılımı (Müslümanlar nüfusun yüzde 60’ını, Hristiyanlar ise yüzde 34’ünü oluşturuyor artık) yüzünden aslında çökmüş bulunuyor.
Esasen Hristiyanları korumayı esas alsa da çevreye örnek olması da istenen Lübnan’daki demokrasi örneği, Ortadoğu’daki İsrail sorunu ve hatta Müslümanlar arasındaki Sünni-Şii çatışmaları yüzünden kendi başına kalıp, kendi kaderini yaşayamadı. Lübnan, İsrail’in Arapları yendiği her savaş sonrası, Filistinlilerin -yönetim dahil- göç ettiği bir yer oldu. FKÖ’nün burada önce var olma, sonra da burayı yönetmeye talip olmasıyla 1975’te başlayan iç savaş, 1990’da sona erebildi. İç savaşın seyrini Lübnan’daki Hristiyanları koruyan -Müslüman- Suriye yönetimi değiştirdi ve ülkenin yeni hamisi durumuna yükseldi. Ardından da Suriye’nin etkisi ve İran’ın katkısıyla Lübnan’daki Şii Hizbullah hareketi ülkenin belirleyici güçlerinden biri haline geldi.
Böylece Trakya’nın yarı büyüklüğündeki 4-5 milyon nüfuslu (kuruluşunda 4.3 milyon olan nüfus bugünlerde 5.4 milyon kadardır) minik ülke, İsrail üzerinden ya da İsrail yüzünden Batı ile Araplar arasındaki çelişkilerin çatışma ve savaşa dönüştüğü bir yer olmanın yanı sıra bir de Ortadoğu’daki Şii ve Sünni eksenlerinin güç gösterisi yaptığı ve hatta çatıştığı bir yer haline geldi. 2005 yılında Sünni Başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesi, ülkedeki Suriye ve dolayısıyla Şii etkisinin kırılması için kullanıldı.
Sünni ekseninin başını çekenlerden Suudi Arabistan ve hatta Mısır, daha önce FKÖ eliyle Lübnan’da etkili olmaya çalışırken, FKÖ yönetimi Tunus’a çekilmek zorunda kalınca, kaybettikleri bu aparatın yerine Hariri ailesini koymak istediler. Nitekim bir dönem başbakanlığa da seçilen Refik Hariri, Suudi Kraliyet ailesinin damatlarından biriydi. Mali olarak büyük destek aldı. Nitekim Ortadoğu’daki birçok telekom şirketinin sahibi olan Hariri ailesi, Türkiye’deki Telekom özelleştirmesini de sahibi oldukları Suudi ortaklı Oger Telecom ile kazanmıştı. Beş kuruş ödenmeden Türk kredisiyle aldıkları Türk Telekom’un zararıyla Türkiye’ye geri verilmesi bile Lübnan’daki güç savaşlarıyla ilgili aslında.
Sünni Başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesi, Şii Suriye rejiminin Lübnan’daki etkisini kırmak için kullanıldı ve bu durum Suriye askerlerinin çekilmesinde epey işe yaradı ama son yıllarda -petrol fiyatlarını en düşük seviyede tutarak- Rusya’nın ekonomisini batırmakla ‘görevlendirilen’ Suudilerin (elbette Yemen savaşına harcadıkları muazzam parayla birlikte) kendi ekonomilerini de çökertmesi, Lübnan’a da yansıdı. Suudi Kralı, Lübnan’daki damadının ailesine eskisi kadar mali yardımda bulunamazken, Hariri ailesi de elindeki şirketlerden olmaya başladı. Hariri ailesinin ekonomik durumunun bozulması, yani Suudi Arabistan’ın damat üzerinden Lübnan’a eskisi kadar mali yardım edememesi, Lübnan’ın ekonomik olarak çökme nedenlerinden biri oldu.
1970’lerden bu yana yarım milyon Filistinli mülteciye ev sahipliği yapmakta olan ülkenin çöküşteki ekonomisine bir de son yıllarda Suriye’deki iç savaştan kaçan 1 milyona yakın Suriyeli mülteci eklenince, Lübnan’ın tüm kesimlerden gelen hoşnutsuzluğu karşılayamaz hale gelen oğul Sadettin Hariri, geçen yıl (29 Ekim 2019) başbakanlıktan ayrılmıştı. Bu yılın başlarında Şii Hizbullah’ın desteğiyle zor kurulan ve mecburen Sünni başbakanlı ama bir nevi teknokratlar hükümeti olan kabine de 10 Ağustos 2020 günü toptan istifa etti. Lübnan’da yeni bir hükümet -epey zaman alsa da- kurulacaktır (Kuruluncaya kadar mevcut hükümet görevine devam edecek). Kör-topal yürüse de teoride şahane olan Lübnan projesinin tamamen çökmesine Batı’nın izin vereceğini sanmıyorum. Nitekim kimisi vaatte kalsa da ülkeye ciddi yardım kampanyaları başlamış bulunuyor.
Lübnan’daki korkunç ekonomik ve siyasi çöküşten tüm dünyanın çıkarılabileceği kimi dersler şöyle olabilir mi acaba: 1. Damatlar, her ülkenin başına dert vallahi! 2. Bir felaket yaşandığında ya da halk talep ettiğinde bakanlar ve hatta hükümet istifa ediyormuş meğerse! 3. Vekalet savaşı başlatmak için Suriye, Libya ve hatta Azerbaycan varken, bari zavallı Lübnan’ı artık rahat bırakın Allah aşkına!..