Gal Kirn
ABD’de, Birleşik Krallık’ta ve Avrupa’da sömürgeciliğin ve köleliğin merkezi olan yerlerde heykellerin yıkılmasıyla ırkçı ve zalim geçmişlerin izlerinin göz önünden kaldırılması, muhafazakâr siyasetçileri, tarihçileri, hatta kimi “liberal” düşünür ve temsilcileri kızdırdı: tarihsel revizyonizmin beraberinde “silme”yi ve ikonoklazmı getirmemesi gerektiğini söylüyorlar. Muhafazakâr söylem bu tür faaliyetleri yağma olarak tarif ediyor ve “ayak takımı”nın toplum, toplum düzeni ve kamu mülkü aleyhine şiddet eylemleri gerçekleştirdiğini, isyancıların geleneğimizi ve anıt mirasımızı yağmaladığını iddia ediyor. Yugoslavya’da Partizan, sosyalist ve post-sosyalist dönüşüm süreçlerini inceleyen, özellikle de sosyalizm sonrası dönemde hayata geçirilen hafıza temizleme süreçlerine odaklanan biri olarak, bu iki tarihsel uğrağı karşılaştırmak istiyorum: 1990’lardaki post-sosyalist hafıza revizyonizmi ile Black Lives Matter hareketinin bugünkü ikonoklazmı.
Tarihten başlayalım: 1989’dan ve Berlin Duvarı’nın yıkılışından beri, sosyalist/partizan geçmişleri yad eden anıtların kaldırılması ve ikonoklazm, Batı bakışına ve Batı’nın hem tarih hem de bugün üzerinde kurduğu hâkimiyete mahsus oldu: Bu ikonoklast faaliyetler, ister kurgulanmış ister kendiliğinden olsun, ister tepeden ister tabandan, “totaliter” diktatörlük olarak tanımladıkları yönetimlerin sembollerini hedef alıyordu. “Tarihin sonu” ilan edilmişti; eski komünist blokunun tarihi siliniyor, şeytanlaştırılıyor ve tümden değiştiriliyordu. Bu süreçte, Sovyet askerlerini, sosyalist ve Partizan figür ve kolektifleri yad eden binlerce anıt kaldırıldı veya tahrip edildi – sayısız Lenin ve Marx heykelinin devrilişini gösteren görüntüler bu sürecin belki de en temsil edici örnekleriydi. Milliyetçi neoliberal “ayak takımı”nın faaliyetlerine, devlet eliyle kaldırılan heykeller eşlik ediyordu: çoğunlukla geceleri, sessiz sedasız biçimde kaldırılan anıtlar ya ormanlık alanlarda gizlice gömülüyor, veya müzelere ya da depolara kaldırılarak, ilerde (mesela, birleşen Almanya’da) yeniden sahnelenmeyi bekliyordu.
Bu anıt temizleme faaliyetleri, neoliberal kapitalist realizmin çerçevesini doldurmaya ve etnik milliyetçi gelenekleri yeniden icat etmeye girişen yeni rejimlerce meşrulaştırılıyordu. Yok ettikleri gelenek ise, enternasyonalist, eşitlikçi ve özgürlükçü bir geçmişi (yani işçi sınıfı mücadelesini ve anti-faşist mücadeleyi) temsil ediyordu; bu anıtların bulunduğu yerlere şimdi halkın yeni anıtları olarak milliyetçilerin, faşist işbirlikçilerin heykelleri dikiliyordu. Sosyalizm tarihin çöplüğüne gönderildikten sonra, “haydut devletlere” yapılan sözümona insani müdahalelerle, hem yaşayan liderlerinin (2003’te Saddam Hüseyin’in, 2011’de Muammer Kaddafi’nin) hem de anıtlarının sembolik olarak devrilmesiyle birlikte Batı, bakışlarını “despotik” diktatörlüklerin son kalelerine çevirdi. Onlarla birlikte tarih de nihai sonuna vardı. Batı Avrupa/Amerikan uygarlığının evrenselliği özgürlük manşetleriyle ilan edildi ve “totalitarizm”in yeryüzünden silineceği muştulandı. Geri kalan her şey kültür bakanlıklarının kontrolüne girdi: Habis suçlular ve faaliyetleri uygun şekilde müzeleştirilecek, veya geçmişin nostaljik kullanımlarında alt-kültürel bir sapmaya dönüşecekti.
Bugün ABD’den Avrupa’ya pek çok ülkede tanık olduğumuz yeni ikonoklast taban hareketleri, siyahlara yönelik kesintisiz polis şiddetini ve yapısal ırkçılığı ifşa ediyor. Bunları, 1989 sonrasındaki anıt temizliği sürecini devam ettiren tipik tarihsel revizyonizm pratikleri olarak göremeyeceğimiz gibi, basit şiddet eylemlerine de indirgeyemeyiz. Bu eylemler, Avrupa/Amerika kolonyal misyonundaki en önemli kör noktalardan birine işaret ediyor: Batı kolonyalizminin gerçekliğini tanıyan hiçbir resmî politika, anıt, müze veya ders kitabı olmadığı gerçeğine. Dahası bu hareket, kolonyal yöneticilerin ve güttükleri kölelik ve soykırım politikalarının sembolik anıtsal mirasını dolaysız biçimde ifşa ediyor – son on yılda bu konuda sağlam bir eleştirel söylem de geliştirildi. Söz konusu anıtlar, kamusal alanlarımızın, şehirlerimizin kentsel dokusunda ve kent sakinlerinin imgeleminde derinden yer etmişti. Üstelik ırkçılık karşıtı hareketin zulüm figürlerini kaldırmaktaki amacı, daha siyaseten doğru bir görsel ortam yaratmak değil: Ruth Wilson Gilmore’un Golden Gulag kitabında tüm ayrıntısıyla tarif ettiği ordu-polis-hapishane kompleksinin dağıtılıp mali kaynaklarının kesilmesini öngören yeni bir radikal adalet talep ediyorlar.
Heykelleri kaldırılmış kaideler, orada yaşananları ve ezilenlerin zalimlerin mirasına karşı açtıkları savaşı hatırlatmak üzere, oldukları yerde boş bırakılabilir. Partizan, anti-kolonyal ve özgürlükçü hafıza/tarih konusunda çalışan bizlere düşen görev, mücadelelere dahil olmak, mütevazı önerilerle katkıda bulunmak olmalı; tüm tarafları saygıyla dinleyen, uzlaşmayı baş tacı eden tarafsız hakem rolünün arkasına bir daha asla saklanmamalıyız. Failin, zalimin, sömürgecinin tarafını çok uzun zamandır dinledik; hep onların tarafına baktık, onların tarafını okuduk, onların tarafını tecrübe ettik. Post-sosyalist, özellikle de post-Yugoslav bölgelerde yaşayanlar, partizan ve anti-faşist mücadeleye öncülük eden figürlerin yerine faşist işbirlikçilerin suretlerinin konduğuna tanıklık etti. Tarih ne kapalı bir süreç, ne de çizgisel bir ilerleme; tarih, kesintilerle dolu karmaşık bir süreç. Zalimleri yad eden anıtların kaldırılması, geçmişteki ve bugündeki çarpıcı asimetriyi göstermekle kalmıyor, aynı zamanda ezilenlerin tarafına doğru geçen yeni bir dünya hayal ediyor.
*www.e-skop.com’dan alınan bu yazı Derya Yılmaz tarafından çevrilmiştir.