Barış Akademisyeni Lütfiye Bozdağ salgında sanatçıların yaşadıklarını ve hükümetin sanata bakışını gazetemize değerlendirdi
Gülcan Dereli
Türkiye’de salgının en çok etkilediği kesimlerden biri sanatçılar oldu. Peki, bu süreçte hükümet sanatçılara destek oldu mu? Ne kadar oldu? Her alanda ayrımcılık yapan, insanları kutuplaştıran hükümet bu alanda da aynı tutumu sergiledi mi? Eğitim alanında sanat ne kadar önemli? Tüm bu soruları ve daha fazlasını Barış Akademisyeni Lütfiye Bozdağ ile konuştuk.
- Korona salgını ile birlikte insanlar eve kapanmak zorunda kaldı. Bu sürede birçok müzisyen evlerinin balkonlarında seslendirdikleri şarkılarla sanatlarını icra etmeye başladı. Ancak farklı sanat dallarına ket vuruldu. Tiyatrolar yapılamadı, birçok sanatçı mesleğini icra edemedi. Bu süreç sanatçıları nasıl etkiledi?
Sanatçıların pandemi dönemine ilişkin farklı yaklaşımlarına tanık olduk. Pandemi döneminde eve kapanma süreci her sanatçıyı farklı etkiledi. Kimi sanatçılar bu dönemde eve kapanmanın zorunluluğu ve sürenin belirsizliği nedeniyle mental olarak üretimlerini ve konsantrasyonlarını olumsuz etkilediğini ifade ettiler. Kimileri bu süreci, dört nala giden tüketim toplumunun yavaşlaması olarak görüyor ve olumlu değerlendiriyor. Bu yavaşlamanın kendilerine yeni fırsatlar verdiğini, daha çok kendilerine vakit ayırdıklarını, doğanın sesini dinlemek için bir fırsat yakaladıklarını, yavaşlamanın getirdiği psikolojik iyileşmeyi olumlu olarak değerlendiriyorlar. Kimi sanatçılar da karantina günlerinin getirdiği zorunlu kapanmayı ve endişeyi, özgürlüklerine müdahale olarak gördüklerinden bu durumdan mutsuz olduklarını ve üretimlerini olumsuz etkilediğini vurguluyorlar. Elbette kapanmanın getirdiği ekonomik zorluklar sanatçıları son derece olumsuz etkiledi.
Kapanma ile birlikte sanatını icra edemeyen ya da uygulamalı sanatlar ile hayatını sürdürmek zorunda olan tiyatrocular, müzisyenler, sahne sanatçıları ekonomik açıdan çok zorlandılar. Atölyelerinde uygulamalı sanat eğitimi vererek geçimini sağlayan özellikle maddi birikimi olmayan genç sanatçılar bu dönemde çok ciddi ekonomik sorunlar yaşadılar. Sosyal güvenlik ve sağlık sigortası olmayan sanatçılar kendilerini güvencesiz bir ortamda, çok mutsuz hissetmekteler. Bu sadece pandemiyle sınırlı değil elbette, pandeminin olmadığı normal yaşamda da sanatçılar iş güvencesi olmayan, sosyal ve sağlık sigortası olmayan bir ortamda çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu durum devletin, siyasi iktidarların sanata bakışıyla ilgili bir sorun. Sanatçılar bizim gibi gelişmemiş ülkelerde kaderine terk ediliyor. Güzel sanatlar fakültelerini bitiren idealist, yetenekli sanatçılar çok hevesli başladıkları bu yolda yürümek için büyük cefalar çekiyorlar, içlerindeki sanat aşkı hâlâ devam ediyorsa her türlü olumsuz koşullara rağmen sanat üretmeye devam ediyorlar ya da bu kadar ağır sefalete dayanamayarak hayatlarını idame ettirmek için sevmedikleri herhangi bir işte çalışarak sanat üretimi yapmaktan vazgeçiyorlar.
- Dünyanın birçok yerinde sanat alanına hükümet ve belediyelerin destekleri bulunurken Türkiye’de ise böyle bir destek oldu mu? Sanat alanına hükümetin desteği var mı?
Sanat alanında hükümet sanatçıları desteklemiyordu ancak pandemi döneminde sanatçıların ekonomik sorunları hükümete intikal ettirildi ve bazı girişimler var. Bu girişimler kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sanatçılara destek vermesi için görüşen dernekler ve STK’ler var. Kültür ve Turizm Bakanlığı sigortalı olan tüm sanatçıların pandemi sürecinde devletin sunduğu tüm haklardan ve desteklerden yararlandığını açıkladı. Ancak mesele zaten sanatçıların bir türlü sigortalı olamaması ve sigorta primlerini ödeyecek gelire sahip olmamaları. Pandemi süreci ile birlikte yaşanan en temel sorun sanatçıların sosyal haklardan yararlanma statüsüne sahip olamayışı ve düzenli gelirlerinin olmayışı. Bu durumda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açıklaması tüm sanatçıları kapsamıyor. Ayrıca temel sorun, siyasi iktidarın yurttaşlık hakkı üzerinden vermesi gereken hakları biat ve yandaşlık üzerinden vererek eşitsizlik ve liyakatsizlik yaratmasıdır. Siyasi iktidarın bu kamplaştırıcı ve ayrımcı tutumu sanat alanında da kendini gösteriyor. Kültür Bakanlığı’nın fonlarından ve projelerinden yararlanma liyakat üzerinden değil biat ve yandaşlık üzerinden yürüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile görüşen dernek ve STK’ler tüm sanatçıları temsil etmiyor ancak “bir kısım sanatçılar” devletin imkânından yararlanırken bu uygulamalardan habersiz olan on binlerce sanatçı vardır.
- Türkiye’deki sanat anlayışını nasıl karşılıyorsunuz? Sizce Türkiye’deki sanata bakış nasıl? Nasıl olmalı?
Türkiye’de sanata verilen önem ve değer olması gereken yerden hâlâ çok uzakta. Sanatı yüceltmek ve romantize etmek için bunu söylemiyorum. Sanat, insanın tinsel dünyasını dışa vurduğu, insan olma eylemliliğini gösterdiği gayrimaddi bir alan. Bu nedenle önemli ve değerli olmayı hak ediyor. Özellikle varoluşunu bugün eleştirel düşünce üzerinden kuran çağdaş sanat, bizim gibi din ideolojisiyle yönetilen, muhafazakâr-milliyetçi toplumlarda hak ettiği yeri bulamıyor, bulması da mümkün değil. Bir üniversite küçülmeye giderse ilk kapatılan bölümler sanat bölümleridir. Bir üniversite kurulurken son eklenen bölümler sanat bölümleridir.
Halen yetenekli çocuklara, gençlere aileler sanat okumanın bir meslek olmadığını, sanattan para kazanamayacaklarını, ancak hobi olarak sanat yapabileceklerini telkin ederek başka alanlara yönlendirmektedirler. Bu bakış açısı da toplumda sanatın itibarını düşürmektedir. Neoliberal politikalar her şeye piyasacı anlayışla baktıklarından kâr getirmeyen alanları itibarsızlaştırma edimindedirler. Siyasi iktidar ise “Türk-İslam” sentezine dayanan “neo-Osmanlı”cı politikalarıyla geleneksel sanatları ve zanaatları desteklemekte bunun dışındaki sanat biçimlerini kendi ideolojisine ve varlığına düşman görmektedir.
33 yıldır yapılan Uluslararası İstanbul Bienali’nin alternatif olarak 2019 yılında Yeditepe Bienali’nin yapılması bu argümanın en somut örneklerinden sadece biridir. Sanat eseri bir yandan alınır satılır olma özelliğiyle meta değeri taşımakta diğer yandan manevi boyutuyla, duygu dünyasının dışa vurumu olarak, kâr etmekten çok, insan özüne ve değerlerine ait bir dünyayı açık etmektedir. Neoliberalizmle yumuşatılmaya, cilalanmaya çalışılan vahşi kapitalist sömürü düzeni sanatı bir kâr alanı olarak görürken sanat emekçisini de sanat piyasasının bir nesnesine indirgemektedir.
- Türkiye’deki sanat eğitimi politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin eğitim politikaları Cumhuriyet kurulduğundan beri sorunludur. Her gelen siyasi iktidar eğitim politikasını kendi ideolojisine göre düzenliyor. Oysa eğitim, siyasi iktidarların ideolojisine göre değil devletin, “sosyal devlet” anlayışıyla “kamusal yarar” gözeterek ve Anayasa ile belirlenen, korunan “eşit yurttaşlık ilkeleri ve yasaları” üzerinden “dil, din, ırk, cinsiyet” ayrımı gözetmeksizin yürütülmelidir. Sanat eğitimine gelince siyasi iktidarın tutumu aynı paralelde değerlendirilebilir. Siyasi iktidarın her zaman yaptığı kamplaştırma, kutuplaştırma sanat eğitimi alanında da kendini gösteriyor.
Dünya kültür mirasına ait Hagia Sophia’nın (Ayasofya) 86 yıl sonra müze konumundan çıkartılarak sadece “Sünni İslam”ın inancına açılması gibi. Osmanlı döneminde yapılan camilerin restorasyonu için ayrılan bütçeye karşın bu ülke coğrafyasında bulunan başka kültürlere ait, başka dinlere ait mimari yapıların restorasyonu için ayrılan bütçe ya hiç yok ya da çok kısıtlıdır. Kısıtlanan bütçelerle yapılan restorasyonlar da liyakate uygun ehli uzmanlarla değil, biat ve yandaşlık üzerinden yaptırıldığından çok başarısız oluyor ve zarar görüyor. Çünkü siyasi iktidarın değerlerine uymayan mimari yapılar ve sanat eserleri değersiz görülüyor ve önemsenmiyor, kaderine terk ediliyor. Hagia Sophia içinde yer alan erken Hristiyan döneme ait fresklerin, haç sembollerinin bakımsız bırakılması, yok olmaya yüz tutması ya da “Sünni İslam” ibadetine açıldığı için resimlerin üzerinin kapatılması durumun vahametini göstermektedir.
İlköğretim ve ortaöğretimde, eleştirel düşüncenin temelini oluşturan görsel sanatlar eğitimi ve felsefe dersleri ya kaldırılıyor ya da ders saatleri düşürülüyor. Bakanlık, felsefe ve sanat dersi öğretmenlerini norm kadro fazlası göstererek depo tayini yapmakta, bu dersleri seçmek isteyen öğrencilere bu derslerin öğretmeni yok diyerek bu derslerin yerine kendi ideolojisine uyan Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in hayatı ve Temel Dini Bilgiler derslerini eklemiştir. MEB’e bağlı Ortaöğretim Genel Müdürlüğü, Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü ile Din Öğretimi Genel Müdürlüğü işbirliği ile kurulda görüşülen Genel Lise, Anadolu Lisesi, Hazırlık Sınıfı Bulunan Anadolu, Fen, Sosyal Bilimler, Güzel Sanatlar ve Spor, Anadolu Öğretmen, Meslek, Anadolu Meslek, Teknik Lise, Anadolu Teknik, Sağlık Meslek ve Anadolu Sağlık Meslek Liselerinin seçmeli derslerine Kuran-ı Kerim ve Siyer dersi eklendi.
Bu dersler için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenlerinden ve imam hatip liselerindeki meslek dersi öğretmenlerinden yararlanılıyor. Buna rağmen söz konusu dersler için öğretmen ihtiyacının karşılanamaması halinde ilahiyat fakültesi mezunu ve pedagojik formasyonu olan kişilerden yararlanılıyor.
Siyasi iktidarın okulda din eğitimi vermesi en temel yanlışlardan biridir. Alevilik, Hristiyanlık ve diğer farklı inançlar ve dinler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yok sayılmakta, siyasal iktidar eğitim politikalarında “Sünni İslam”ı dayatmaktadır.
- Umudunuz var mı?
Pandemi dönemiyle beraber dünya yeni bir döneme giriyor. Bu yeni dünya düzeni vahşi kapitalizmin sömürüsüyle geri dönülmez bir yola giren mavi gezegenin sonu olabilir. Sadece mavi gezegen değil, insan soyunun da sonu olabilir. Sadece doğa değil, toplumlar da bir yozlaşma ve çürüme içinde kendini yok etmeye doğru gidiyor. Yakın gelecekte insansız, sanal bir dünyaya doğru hızla ilerliyoruz. Her şeyin meta olduğu, sanallaştığı bu yeni dünya düzeninde sanata her dönemden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Yozlaşan, çürüyen, insani değerlerin kaybolduğu, henüz adlandırılamayan bu dönemde; çürüyen ve kokuşan ruhlarımızı arındıran şeyin en eski, en naif, varoluşsal bir tinsel eylemliliğimiz olan sanat olduğu gerçeğini görmemiz gerekiyor. Sanata ve evrensel insani değerlere yüzümüzü çevirerek, açgözlülüğümüzü sona erdirip ruhlarımızı doyuma ulaştıracak eşsiz bir varoluş olan sanata inanıyorum. Sanat ve felsefe içimizdeki micro-klimayı evrenin makro-klimasına çevirmemiz için hâlâ elimizdeki en kıymetli edimlerimiz.
O nedenle umutlu ve dirençliyim. İnsani değerlere, sanata ve eleştirel düşünceye sarılarak mücadele ederek, direnerek savaşı, ırkçılığı, ayrımcılığı ve diğer kötülükleri yeneceğiz ya da yok olup gideceğiz.
- Peki, demokrasi ve özgür düşünce konusunda ne düşünüyorsunuz?
En son 2016 yılında Barış Akademisyenleri davalarında barış bildirisine imza atan akademisyenlerin mafya liderleri tarafından tehdit edildiğini, yargılandığını, hapse atıldığını KHK ile kamu görevlerinden ihraç edilerek sivil ölüme terk edildiklerini, 2019 yılında alınan AYM kararının ardından 2020 yılında beraat ettiklerini gördük. Elbette en temel sorun demokrasi sorunu, ülkede demokrasi olmayınca akademide de demokrasi olmuyor. Sosyal medyaya sansür getirilmesinin önünü açan yasanın Meclis’ten geçtiği şu günlerde, sadece akademide değil sanat alanında, hayatın her alanında özgür düşünceden ve demokrasiden bahsedemeyiz.
Lütfiye Bozdağ kimdir?
Barış Akademisyeni Lütfiye Bozdağ, 2002’den bu yana üç ayrı üniversitede çalıştı. 4 kez akademiden atıldı. Üçünde mahkeme kararıyla geri döndü. Dördüncüsü için hukuki süreci yeni başladı. Akademide yaşadığı dışlanma ve infazlarla ilgili iki önemli sergi yaptı. “Akademide İnfaz”, 2008 yılı Karşı Sanat’ta gerçekleşen sergisiydi. Akademide infaz edilişini deşifre etmişti. 2017 yılında ise Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (ÜNİVDER) olarak yine Karşı Sanat’ta “Akademik Kıyım” sergisinin küratörlüğünü yaptı. Bu sergide, ülkenin akademi tarihindeki tasfiyeleri dönemsel olarak dokümanlarıyla birlikte sergilendi. Sergi, akademi tarihindeki muhaliflerin, eleştirel yaklaşanların nasıl tasfiye edildiğini göstermesi bakımından önemliydi.