Serbest piyasa ekonomisinin ve demokrasinin birbirlerini tamamlayan kavramlar olduğu iddia edilir. Bu iddianın en temel fikri, ekonomide bireyler, siyasette “yurttaşlar”, tercihlerini “serbestçe” yaparlar ve sonuçta ekonomide “toplumsal refah”, toplumsal hayatta da “toplumsal iyi”, başka hiçbir alternatif sistemde olamayacak ölçüde gerçekleşir. Pazarda alışveriş yapan tüketiciler, ne alacaklarına karar verirlerken aslında ekonomide nelerin üretilmesi gerektiğine dair üreticilere mesajlar vermiş olurlar. Tıpkı onun gibi “yurttaşlar” da sandıkta oylarını kullanırlarken kimlerin kendilerini yönetmelerini istediklerine işaret etmiş olurlar. Seçimler yapıldığında kimse kimseye müdahale etmemiş olur. Kimse “şunu al!” demediği gibi “şunu seç!”de dememiştir. Her iki süreç de “serbestçe”, “kendiliğinden” ve neredeyse “otomatik” olarak gerçekleşmiştir. Sonuçta hem “ekonomik refah” ve hem de “toplumsal iyi” maksimum olmuştur vs.
Bu hikaye her ne kadar ekonomide de siyasette de olan biteni özetleyen bir hikaye gibi görünse de iki kavram arasında kurulmuş bulunan benzerlikler büyük ölçüde şekilseldir. Çünkü ne tüketiciler kararlarını “serbest” olarak alırlar ve ne de yurttaşlar oylarını “serbestçe” kullanırlar. Bunları konu etmemdeki maksada ulaşabilmek için kestirmeden gidersem, ekonomik alanda da siyasi alanda da “güç” kavramının varlığı bu hikayenin büyük ölçüde neden gerçeklerle örtüşmediğini açıklar. Çünkü “güç” kavramını, bir başkasının, kendi onayı ve katılımı olmaksızın bir davranışa zorlanması kapasitesi olarak tanımlarsak bu sistemde ne tüketicilerin ve ne de yurttaşların “serbest” karar verdiklerini söylememiz mümkün değil. Çünkü ekonomide serbest piyasa sistemi“ ekonomik güce” sahip belirli bir işveren elitinin aldığı kararlarla yürürken, siyasette de “güçlü siyasi kadrolar” “seçim yasası” ve “siyasi partiler yasası” gibi yasalarla toplumu siyaset alanından uzak tutabilmektedirler. Bu nedenle de mevcut demokrasiyi de mevcut ekonomik sistemi de toplumun genel çıkarları için değil küçük bir siyasi ve ekonomik azınlığın çıkarları için çalışan bir sisteme dönüştürmüş durumdalar.
İki gündür gazete manşetlerinde Karadeniz kıyılarını vuran afetin nasıl kayıplara yol açtığı haberleri var. On köprünün kullanılamaz hale geldiğinden, yolların ve kıyı yerleşimlerinin çöktüğünden, bazı mahallelerin boşaltıldığından söz ediliyor. Medyada ve sosyal medyada afetle ilişkin değerlendirmelerde bu olayın bir “çevre felaketi” olduğundan bahisle çevre konularının önemine vurgu yapan yazılar yer aldı. Bu tespitler tabii ki doğruydu. Küresel ısınmanın meydana getirdiği iklim değişikliklerinin önemi biliniyor. Gerekli önlemler alınması konusunda yeryüzü düzeyinde bir uzlaşma üretilemediği takdirde kendini giderek daha da etkili bir biçimde hissettireceği de malum. Ama konunun bir başka yanı var ki o gözden kaçmasın istedim. Evet bu tür felaketler “çevre” ile ilgili felaketlerdir ama bu felaketler aynı zamanda “siyasi” felaketlerdir de. Siyasi felaket dememin nedeni ise toplumu karar mekanizmalarına katmadan karar alabilen bir siyasetin felaket üretmemesi de mümkün değildir. Aşağıda eski bir yazımdan (02.02.2012 Radikal) uzun bir alıntıyla derdimi anlatmış olayım:
“Alın dün gazetelere yansıyan bir örneği: Karadeniz sahil otoyolu meselesini.
“Yapımı tam 20 yıl süren ve beş milyar dolar harcanan Karadeniz sahil yolu, her yıl meydana gelen heyelan ve sel felaketleri ile gündemden düşmüyor. Dün de Artvin’in Hopa ilçesinde denizde 10 metreyi bulan dalgalar istinat duvarını yıktı ve otoyolun 60 metrelik bölümü çöktü. Karayolları ekipleri onarım çalışması başlattı. Ekonomiye yılda 552 milyon lira katkı sağlayacağı hesaplanan otoyolun zararı, sel felaketleri ile daha büyük oldu.”(Milliyet,1.2.2012) Peki, bu toplumun beş milyar dolarının böyle sorunlu bir projede harcanması kararını kim verdi dersiniz? Diyorlar ki Yaşar Topçu. Bence de, bilemediniz Yaşar Topçu’nun yanında mesela Mesut Yılmaz ya da ne bileyim o zamanın kabinesindeki birkaç bakan daha. Ama hepsi bu kadar. Küçük bir azınlığın özellikle Karadeniz sahil şeridinde yaşayan insanların herhangi bir dahlini aramaksızın verdiği bir karar toplum açısından büyük bir yanlışa ve büyük bir zarara yol açtı. Bunun gerçek suçlusu toplumu kararlarından dışlamış bir parlamenter sistem değil mi?
O nedenle ben diyorum ki piyasada domatesin kaça, nasıl ve kimler tarafından satılacağı gibi kararlar piyasaya bırakılsın ama hayatlarımızı uzun süre ve derinden etkileyecek kararlar bize sorularak alınsın. Bu tür kararları son zamanlarda bırakın bize sormaya, Meclis’e dahi sormaya gerek duymayan hükümetin bu nedenle izlediği yol doğru bir yol değildir.
Nasıl denizin doğasına uymayan bu sahil yolu için Karadenizliler ‘Bir gün deniz mutlaka geri alacaktır’ diyorlarsa tıpkı onun gibi toplumun kararlara katılmadığı bir toplum yönetimi de toplum tarafından mutlaka ‘geri alınacaktır”’.