Erkek egemenliğinin, iktidarın, devletin kendini ilk olarak var ettiği, halen en güçlü olarak devam ettirdiği ve kendini sürekli olarak yeniden ürettiği yer hiç şüphesiz ailedir. Bugün kadına dair şiddet, tecavüz ve katliamları konuşurken aileyi konuşmadan geçmek mümkün değildir. Bu sözü edilen vahşetin büyük bir bölümü aile içerisinde ve ailenin erkeklerince gerçekleştirilmektedir. İstanbul Sözleşmesi’ne itiraz eden çevrelerin en kallavi itirazının da bu sözleşmenin “Türk-Müslüman” geleneksel aile yapısına ciddi bir tehdit oluşturduğu argümanıdır. Aile; geleneksel, muhafazakâr toplumsal yaşam tasavvurunun en büyük kutsalıdır. Bu sadece Müslüman ülkelere has bir durum değildir. Dünyada geleneksel muhafazakâr bir toplum yapısını savunan görüşlere sahip tüm ülkelerde, tüm inançlarda aile en önemli kutsaldır.
Şüphesiz aile için kutsallığı, dokunulmazlığı, toplumsal düzenin temel kurumu olarak konumlandırmayı gerçekleştiren erkek aklıdır. Çünkü ailenin temel anlamda görevi erkek-baba için hak imtiyazları düzenlemek, kadınlar ve çocuklar için de ödevleri belirlemektir. Engels “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında ailenin erkek ve kadın için yol açtığı sonucu şöyle tarif etmiştir: “Tarihte görülen ilk sınıf çatışması tek eşli evlilikte erkek ve kadın arasında gelişen antagonizmadır ve ilk sınıf tahakkümü, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüdür.” Bu belirlemeyi yapan Engels aynı kitabında çağdaşı Amerikalı antropolog Lewis Morgan’ın ailenin tarihi ile ilgili çalışmalarına referans verir ve şöyle der: “Marks’ın artı değeri iktisatta ne ise orijinal anneden yana klanın yeniden keşfedilişi de tarihte aynı öneme sahiptir.” Amerikan Aborjinleri üzerinde yaptığı çalışmaları konu aldığı kitabında Morgan, ilksel aile düzenini şöyle tanımlıyor: “Kadınlar işbirliği içerisinde çocuklarına bakar, iş yükünü anneleriyle ve diğer kadın akrabalarıyla paylaşırlardı. Bunu, oldukça gerçekçi geleneksel bir töre mümkün kılıyordu. Yaşamı boyunca kadın, annesiyle ve kız kardeşleriyle aynı evde ikamet ediyordu. Çocuklar, erkek akrabaların desteğiyle, annelerden, kızlardan ve kız kardeşlerden ibaret bir konfederasyon tarafından yetiştiriliyor; kadınlar, herhangi bir kocanın çocukları almasına veya onları ayırmasına mani olacak dayanışma ve otoriteye böylece sahip oluyorlardı. Bu anlaşmalarda, gevşek bir ‘evlilik’ türü de görülüyordu ama kadın-evine taşınan kocaların, gelinleri, kadınlara ait bu komünal evde ziyaret edeceklerini kabul etmeleri gerekiyordu. Hiçbir kadın kocasının özel mülkü olamaz veya alıp götürülemezdi. Morgan “Anne evinde ikamet” olarak tanımladığı bu düzenin dünyanın her yerinde ve bütün toplumlarda görüldüğünü iddia eder.
Bugün Morgan’ın tanımladığı biçimde bir toplumsal düzen, Kuzey Afrika’da Sahra Çölü’nde yaşayan bir Berberi kabilesi olan Tuareglerde halen devam etmektedir. Üstelik Tuaregler, Müslüman olmalarına rağmen ana-erk sistemi korumayı ve bugüne kadar getirmeyi başarabilmişlerdir. Bugün geleneksel yapılarını bir şekilde koruyan toplumlarda çocuklara, ailenin kadınları tarafından ortak bakılması pratiği halen sürmektedir. İlksel kavimlerde anneden yana klan ile ilgili bu kadar güçlü kanıtları olan teorilerin varlığına, 1880’lerin ve 1890’ların önde gelen düşünürlerinin neredeyse hepsinin Morgan’ın teorilerini bir yanıyla kabul etmiş olmalarına, Emile Durkheim, Sigmund Freud gibi entelektüellerin Morgan’a katılmalarına rağmen özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’daki tüm üniversitelerin antropoloji bölümleri bu teorileri yok saymış yahut ciddiye alınır saymamıştır. Bu elbette anlaşılabilirdir. Ulus devletlerin toplumsal düzendeki ileri karakolu durumundaki ailenin korunması için aile ile ilgili böyle tespitler ve analizler yapan bir teori karşısında böyle pozisyon almalarından daha doğal ne olabilir. İlginç olan şey Marks ve Engels’in bütün sözlerini neredeyse bir kutsal metin gibi dillerine pelesenk eden solcuların, sosyalistlerin aile ile ilgili bu teorileri neredeyse benzer bir biçimde görmezden gelmeleridir.
Reel sosyalist deneyimlerde kurulan düzenin dibine kadar erkek iktidarlaşmasının bir versiyonu olduğu göz önüne alındığında; sosyalist ve komünist partilerde, işçi sendikalarında, sivil toplum kuruluşlarında var olan erkek tahakkümü göz önüne alındığında aslında bunun da sebebi çok net anlaşılmaktadır. Erkek, hiçbir yerde iktidarından vazgeçmek istemiyor. Ailenin yeniden ele alınışı toplumsal mücadelenin merkezine konulmadığı sürece her şey bir adım ileri bir adım geriye dönüşecektir. Özgür ve eşit toplumsallığın kaybedildiği yer ailedir. Kaybedileni, kaybedilen yerde aramak gerekir.