Sağlık Bakanlığı’nın günlük olarak açıkladığı Covid-19 salgını raporları hâlen belirli bir ilgi ve kaygıyla izleniyor. İnsanlar hastalığın seyrini günlük raporlara bakarak anlamlandırmaya çalışıyorlar. Yaşamlar sayılarla ifade ediliyor o raporlarda. “Tespit edilen pozitif vaka sayısı” dendiğinde tek tek bu acı gerçekle yüzleşen insanlar gelmiyor aklımıza; “entübe hasta” ifadesiyle tanımlananın nasıl bir hâl olduğunu idrak edemiyoruz. Günde 20 civarında ölüm olduğu söyleniyor; bu da bir sayıdan ibaret olarak kalıyor algımızda. Ancak çok sevdiğimiz bir tanıdığımızın pandemi sebebiyle ölümünü duymak… İşte o an, meselenin gerçekliği daha bir başka yakıyor canımızı.
6 Ağustos akşamı, sosyal medyadan Cavit Murtezaoğlu’nun ölüm haberini almak, tarifi zor bir burukluğa yol açtı. Hem sanatıyla, hem de kişiliğiyle göze çarpan biriydi Cavit Murtezaoğlu, ya da Kardeş Türküler çevresindeki adıyla ‘Cavit Hoca’.
Türkiye’de Âşık Nesimi’nin ‘Bilmezem’ adlı deyişiyle tanındı ilk olarak. Bu eseri her seslendirişinde sözlerin anlamını açıklayan konuşmalar yapma ihtiyacı duyardı. Sonuçta, Nesimi zamanında bu açıklamayı yapamadığı için, Bağdat’ta, günümüzün adli terminolojisiyle ‘canavarca hislerle’, derisi yüzülerek öldürülmüştü. Cavit Hoca, “En el Hak”ın asla “Ben Allah’ım” manası taşımadığını, Tanrı’nın insanı kendi suretinde yarattığı inancını ifade ettiğini anlatarak büyük ozanın haklılığını ve masumiyetini kanıtlamaya çalıştı.
Çok eskilere dayanan tarihi, bu tarihle şekillenmiş, efsanelerle beslenmiş, kanla yoğrulmuş, şiirde, müzikte, sinemada ifadesini bulmuş sanatı ile devasa bir kültürler beşiğidir İran. Cavit Murtezaoğlu bu engin ırmakta hem Farsî, hem de Türkî kaynaklarda yunmuş, arınmış, ışığını bulmuş bir bilge ozan.
1979 İran Devrimi’nin coşkusunu sadece iki yıl yaşayabilmiş, her türlü fikrin konuşulduğu, tartışıldığı özgürlük ortamı iki yıl içinde İmam Humeyni’nin önderliğinde katı bir İslami despotizme evrilince artık yurduna sığamaz olmuştu. 2012 Ekim’inde Agos’ta yayımlanan söyleşide “Hürriyet su gibidir, hiçbir yere sığmaz” demişti. Bu metafordan ve “Su hayattır” özdeyişinden hareketle, özgürlüğü gasp etmenin de izafi bir hâl olduğunu, suyun mutlaka çatlağını bulacağını biliyoruz. Bu anlamda, Cavit Murtezaoğlu’nun Türkiye’deki sürgün yıllarında, çatlağını bulan suyun o damardan gürül gürül aktığını söylemek mümkün.
O suyun bu denli büyük bir devinime kavuşmasında, Cavit Hoca’nın yolunun Kardeş Türküler’le kesişmesi de etkili olmuştur. Özellikle, topluluğun solistlerinden Feryal Öney’le birlikte imza attığı ‘Tebriz’den Toros’a’ çalışması, bir ulu ozanlar buluşması olarak akıllara kazındı. Sanat da aşk gibidir, verdikçe alır, aldıkça zenginleşir ve daha çok verecek hâle gelir. Düz akıl, ‘vermek’ten azalmayı, eksilmeyi anlarken, Erich Fromm felsefesinde ‘vermek’ artmayı tarif eder. Nitekim Cavit Murtezaoğlu ve Feryal Öney, karşılıklı olarak verdikleriyle çoğaldılar, çoğalttılar. Arkalarında, her ikisini de besleyen bir folklor birikimi ve kolektif güç vardı. Cavit Murtezaoğlu’na geleneksel sazlarıyla eşlik eden sanatçılar ve Kardeş Türküler’in kalabalık ailesi, dinleyiciyi geleneksel ile çağdaş arasında, bazen yüzyılları kapsayan bir zaman aralığında gezintiye çıkardılar.
“Mende sığar iki cihan, men bu cihane sığmazam” demişti. Sığamadı bu cihana. Maçkalı kemençe üstadı Hasan Tunç’un dizeleri geliyor aklımıza: “Bu dünyadan fayda yok, öteki de şüpheli”…
Yorucu, yıpratıcı, hırpalayıcıydı Cavit Murtezaoğlu’nun bu cihandaki serencamı. Öte yana dair bir öngörümüz olamayacağına göre, sevgili Cavit Hoca’nın ardından dile getirebileceğimiz tek şey, “Devri daim olsun” dileğidir. Ölüm mü dediniz? Yaratılan değerin öldüğü nerede görülmüş? Biz ölmedikçe, onun seslendirdiği, bestelediği deyişler ve nefesler dilden dile aktarıldıkça ölüm hoş gelir, sefa gelir…