Eski olan eksiğini zaman yarasıyla beraberinde taşıyor. Anlamı kabuğunu sarmış gibi. Ezber bir saldırıdır bazen bilindik kavramlarla konuşmak. Yeni olan ne varsa, mirasını taşır oysa. Dil ve tanım giydirilen her şey özgürlüğe hasret. Tuhaftır ki isim verilen bir heykel kanat çırpıp uçuyor gibi bir hayal. Yerinden edilmek kimi özgürleştirdi ki? Hasret ve hatırlamak arasında bir sarkaç gibi sallanmaksa hayat…
Rızasını rehin veren her anlam heyelan olup enkaz bırakır buraya. Burası, rızadan sorulmaz, bir engel, bir yasak, bir fırsat, bir şans gibi, baktıkça gördüğün gibi yaşadığın yer. Çünkü hayat gürültüyü sever. Doğaya layık görülen sessizlik bir illüzyon. Doğanın sesi de hükmü de var ve bu bir gerçek döngü. Kendi döngüsünü mümkün sanan insan, yanılır da yanılacaktır.
Meslek ekmek parasıdır. Dünyayı parsel parsel mülke bağlayıp zümre çıkaran sistem herkesin ekmeğiyle oynama hakkına sahip. Hak dediğimizin adaletle, eşitlikle veya hukukla alakası olmayabilir. Bazen de bizzat hukukun dayattığıdır haksızlığa maruz bırakılmak. İsimler, tanımlar o kadar da önemli değildir, sahiplik önemlidir, mülkiyetini alanın kullanım özgürlüğüne hapistir.
Geçtiğimiz günlerde Van Çaldıran’da, 46 yaşındaki 6 çocuk babası İbrahim Baykara askerlerin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti. Olayın resmi açıklamalarını ve tanıklarını karşılaştırdığımızda ortada bir cinayet olduğunu görüyoruz. Fail olarak iki devlet var; biri Türkiye, diğeri İran. Ölense Kürt. Türkiye ben değilim İran’dı diyor. İran alışagelmiş şekilde gamsız. Haberlere göre sınır ticareti yapan Baykara vuruluyor. Çok sıradan bir haber. Sonuçta canlı yayında hedef gösterilip öldürülen insanlardan, yaralı halde panzere bağlanıp sürüklenen, sokakta çürümeyi bekleyen insanlar gördük. Gördükçe gösterilene kör oluyoruz nasıl olsa. Körlük romandır, filmdir, kayıptır, engeldir ama burada yaşamaya devam etme simididir.
Baykara’nın yeğeni Yusuf Baykara apaçık cinayeti, devletin resmi yalanını korkusuz şahitliğiyle açıklıyor ve zalimin zulmünü anlatıyor: “Silah seslerinin geldiği yöne doğru gittik. Askerler zırhlı araçlarıyla bölgedeydi. Askerlere yaralımız olduğunu duyduğumuzu ve hastaneye götürmek istediğimizi söyledik. Askerler de, ‘Sizin yaralınız yanımızda, onu karakola götüreceğiz. Bizi takip et gel’ dedi. Ben de onları takip ederek karakolun önüne kadar gittim. Sonra askerler amcamın hala silah seslerinin geldiği bölgede olabileceğini söyledi. Amcamı aramaya başladık. Bulduğumuzda hala nefes alabiliyordu. Askerler onu vurduktan sonra yerde sürükleyerek, biçilen ot yığınlarının arkasına götürüp bırakmış ölmesi için. Amcamı hastaneye yetiştirmeye çalıştık. Yolda askeri araçlar yol vermedi. Biz en son asfalt yoldan çıkıp, toprak yoldan askeri araçların önüne geçmeye çalıştık. Askerler bizi oyaladıkları yetmiyormuş gibi yolda yolumuzu kesti. Böyle yapmamış olsalardı belki amcam şimdi yaşıyor olacaktı.”
Ahmed Arif, Van Özalp’te köylülerin Mustafa Muğlalı tarafından katledilmesine öfke duyar ve Otuzüç Kurşun şiirini yazar. Yazma sebebini de şöyle açıklar: “Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, sokağa atsa, ertesi gün Ulus Gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu, 33 tane senin vatandaşın. Hiçbir suçu yok. Tertemiz. Belki hepimizden daha suçsuz. Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar, o kadar.’
Kimsesiz ve kimliksiz bırakılan insanların ölümü ancak iki üç rakamın bir araya gelmesiyle duyuruluyor ve ses veriliyor. Oysa bu günlere dağılmış “meşru cinayetlerin” bir araya gelişi gündem olan katliamları katlar. Tek tek ölünce duyulmuyor, bir arada, topluca ölmek gerekir. Yoksa kim umursar, köyün tekinde bir insanın gece yarısı vurulup yaralı halde bırakılarak ölmesinin beklendiği gerçeğini? Nihayetinde bugün Muğla’nın orta yerinde cafcaflı bir tabelayla Mustafa Muğlalı Caddesi var. Olan şu aslında: Devletler arasında devletsizliğe mahkum edilen Kürtler, kendi yurtlarında infaz ediliyor.
Tepki bir sestir örneğin, fakat tepkiyi dürtmenin sayılarla lanet bir bağı var. Tespitler tepkilere yetmiyor. Misal devletin zor aygıtları tek tek hapsetti mi, tek tek infaz etti mi pek ses veren olmaz. Tanıkları öldüren, şahitleri hapseden bir ülkede yaşıyoruz. Duyduklarımızı, bildiklerimizi, anlattıklarımızı unutmadan yaşamak direnişe olan bir borçtur. Unutmadan direnmenin kahrını da gururunu da taşıyarak yaşamak, burada böyle. Ses değil, gürültü lazım. Sayı değil, kişi ve konu elzem. Kanıksanmış toplu katliamlar tepkiselliği yerine en uzak ve en yalnız olanın yanında olmakla başlar esas gürültü.