İtalya’da 1945-1953 yılları arasında, ardından 1956’da, kültürel faaliyet ile politik faaliyet arasındaki ilişki üzerine yoğun tartışmalar yaşandı. Yazar ve sanatçıların bir ülkede, bir parti içerisinde, sosyalist politik perspektif içerisinde nasıl bir konumu olduğu sorusu üzerinde özellikle duruluyordu. Tüm İtalyan aydınlarının katıldığı tartışma, ulusal ve uluslararası olaylarla belirlenen çeşitli evrelerden geçti: Il Politecnico dergisinin[1] kapanmasıyla ilgili polemik (1947); Jdanov’un sanat ve edebiyat üzerine tezleri (1947); Gramsci ile Lukács’ın eserlerinin yayınlanması (sırasıyla 1947-53 ve 1953-56); angajman [impegno] tartışması (1945-47); “Kültür Cephesi” (1948), “yeni gerçekçilik” (1946-50) ve “sosyalist realizm” (1955) tartışmaları.
Bu tartışmalar genel itibariyle İtalya’da kültür alanında Komünist Parti’nin nasıl bir öncü rol üstlendiği veya üstlenebileceği sorusuna cevap bulma saikiyle yürütülüyordu. Komünist Parti’nin, hükmen olmasa da fiilen, daha önceki yıllarda pratiğiyle işaret ettiği iddialarda bulunmaktan vazgeçmesiyle birlikte tartışmalar sönümlenmeye başladı; sonunda (1957 ile 1962 yılları arasına tarihlendirebileceğimiz süreçlerin neticesinde) tartışma sona erdi: Belli ki tüm İtalyan yazarlar, genel olarak parlamenter demokrasi ve mevcut kurumların yanı sıra, kültür endüstrisinin özelleştirilmiş örgütlenme biçimini de nihayet kabul etmişlerdi.
Realizm ve avangard konusunda son dönemde dönen tartışmaları veya daha genel olarak son yirmi yılda edebiyat kültürümüzde yaşanan gelişmeleri anlamak istiyorsak, bence İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki tartışmaların sınırlılığına ve bu sınırlılığın sebeplerine bakmamız gerekiyor.
[…]
Lukács’ın “ideolojik dekadans” diye adlandırdığı dönemde (kabaca 19. yüzyılın ikinci yarısı), burjuvazi aydınları birkaç kesime ayrılmıştır: organik ve düzeni meşrulaştıran aydınlar (Taine); ilerici bilginler (Darwin); kendilerini eserlerinde temsil edilen kapitalist gerçekliğin nesnel reddiyle sınırlayanlar (Maupassant); aykırı sanatçılar (Rimbaud). Gelgelelim burjuvazi, geçmişte yazarlara emanet ettiği salahiyeti tamamen geri almamıştır. Aydınlanma’ya özgü evrensel bir vicdanın sözcülüğü, demokrasi çağının aydınları arasında sürdürülmüştür. Bu işlev fiiliyatta bir gizemleştirme olsa da, sosyalist hareket onu gerçeğe dönüştürmeyi görev beller. Natüralizmin ve bilimciliğin “ilerici” mahiyeti üzerine edilen tüm o lakırdılar, yükseliş çağında burjuvaziye atfedilen salahiyetin Avrupa sosyal demokrasisi içerisinde hâlâ kabul görmesine dayanır. 1890 ile 1915 yılları arasında, ulusların ulus-üstü imparatorluklara karşı yürüttüğü neticesiz mücadelerde ve Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya’da otoriter ve anti-demokratik gerilemeye karşı verilen mücadelelerde, sosyalist aydınlar ilerlemenin sürekliliği yanılsamasına bel bağlamaya devam ederler: Fransız Devrimi’yle başlayıp İtalya’da Garibaldi ve Mazzini geleneğiyle ve ardından sosyalizmle (De Amicis, Cavalotti, Bettini, Rapisardi), Fransa’da da Victor Hugo’nun demokratik geleneğiyle devam eden bir ilerleme. Zira gerilim ve çatışmalar ne kadar büyük olursa olsun, ulusal ittifak temelde henüz bozulmamıştır; birliğin bozulması, sadece burjuvazinin çok zayıf olduğu, buna mukabil burjuvazi öncesi unsurların güçlü olduğu ülkelerde yaşanır: Rusya’da, veya ezilen uluslar arasında, daha az olmak kaydıyla da İtalya’da. Bu yirmi beş yıllık zaman diliminde, pratikte toplumla çatışma içinde olan veya böyle hisseden aydın ve yazarlar, Doğu Avrupa’dakiler hariç olmak kaydıyla, “ayrılma” sorununu, yani “Parti” sorununu önlerine koymamışlardır bile.
Rusya’da aydınların ve işçi sınıfının 80 yıllık mücadelesi o kadar güçlüdür ki, 19. yüzyılın sonunda bir Sosyal Demokrat Parti kurulduğunda mahut bölünme yaşanır; bölünmeyle birlikte, aydınların katılımı ve angajmanı meselesi üzerine bir tartışma başlar ve aydınlar arasında, Batı Avrupa’da Komün zamanında bile görülmemiş yoğunlukta kopmalar baş gösterir – Gorki’nin Klim Samgin’in Yaşamı’nda harikulade biçimde tasvir ettiği bu çatışmaların dönemin İtalya’sındaki muadili, tipik biçimde “geri” Dreyfus olayının şeklini almıştır. O yıllarda çıkan dergilerde gördüğümüz biçimiyle İtalyan edebiyatı ile kültüründe yaşananlar bunun en güzel kanıtıdır. “Tarihsel avangardlara”[2] gelince, özellikle 1890’larda, ister aristokratik ve estetist “sağa” ister anarşik ve yıkıcı “sola” mensup olsunlar, sosyalizm söyleminin kültürel çerçevesini reddetmekte birleşmişlerdir – tam da bu söylem, insancıl, rasyonalist, iyimser ve olumlayıcı bir gelenek olarak kendini gösterdiği için. Avrupa burjuvazisinin realist ve natüralist-gerçekçi [verismo] geleneklerinden “kopuş” (avangard “dekadantizm” biçimi altında hayata geçirilen kopuş), gerçekleşmeyen bir devrimci “kopuş”a dair gizemleştirilmiş, ideolojik sezgidir. Fakat bu aynı zamanda, sosyal demokrasinin parçalanmış olmaktan ziyade sürekli değişime tabi olduğunu düşündüğü bir gerçekliğin yıkılışının en hakiki ifadesidir. Paris’in (ve farklı derecelerde olmak üzere Münih’in, Viyana’nın, Moskova ve St. Petersburg’daki bazı çevrelerin) tarihsel avangardlarının, anarşist yeraltı dünyasının hasletlerini ve yaşam tarzını benimsemesi, tabir caizse toplumun sınırlarında yaşaması tesadüf değildir. Aristokrat kökenli avangardlar –Gide, Musil, Aleksandr Blok gibileri– Apollinaire, Picasso veya Mayakovski’den çok da farklı değillerdir: renkli “anar” dünyasının “Apaçileri” ve “çetecileri” arasında yaşarlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki iki onyılın Batı Avrupa’sında tahayyül edilemeyecek bir şey varsa o da şudur: Dünyanın dört bir yanında, Sovyetler Birliği örneğini izleyen ülkelerde, Ekim Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği tarihe kadar olan dönemde yazarlar ile işçi hareketi arasında yaşanan ilişkinin bir benzerini tesis etmek.
“Manevi yurt” meselesi (bu tabir de Lukács’a ait: Stalinizmden sonra Sovyetler’in Batı’daki aydınlar için böyle bir rol oynayamayacağını teslim etmiştir), yalnızca ulusal burjuva topluluğundan ayrılmayı değil, proletaryayla, dolayısıyla proletaryanın öncüsü Parti’yle bütünleşmeyi de içerir. Bu sorunun Batılı yazarlar arasında (o da çok küçük bir kesim arasında) gündeme gelmesi, ancak Birinci Dünya Savaşı deneyiminden ve hemen ardından yaşanan savaş-sonrası dönemden sonra olur. Başka bir ifadeyle, Rusya’da yaşanan şudur: Silahlı devrimin ve iç savaşın baskın mahiyeti, ilerici hümanizmin vârislerinin, dekadanların ve avangard yenilikçilerin, hizipler arasındaki çatışmalara rağmen, ortak bir devrimci gerçeklik kabulüyle geçici de olsa birarada yaşamayı becerdiği koşulları yaratmıştır. Halbuki Batı’da bu “birarada yaşam”, kapitalist toplum ile sosyal demokrat ve devrimci oluşumlar arasında vuku bulur, ki bunun sonucunda uzunca bir süre –kabaca 1929 Büyük Buhranına kadar– devrimci örgütler (ve ideolojiler) ile sanat ve edebiyat avangardları (ve onların ideolojileri) arasındaki ilişki bambaşka bir biçim alacaktır.
Franco Fortini’nin “The Writers’ Mandate and the End of Anti-Fascism” başlığıyla İngilizceye çevrilen yazısından seçilmiş pasajlar. Screen, cilt 15, sayı 1, Bahar 1974, s. 42-43.
[1] Politecnico, roman yazarı Elio Vittorini tarafından İkinci Dünya Savaşı sonrasında komünist kültürde yeni bir ufuk açmak üzere kuruldu. İtalyan Komünist Partisi desteğini çektikten, hatta bu girişimi hoş görmemeye başladıktan sonra kapandı – İngilizceye çevirenin notu.
[2] “Tarihsel avangardlar” terimi, İtalya’da 1890-1920 yılları arasındaki avangard hareketler için kullanılıyor – İngilizceye çevirenin notu.
*www.e-skop.com’dan alınan bu yazı Elçin Gen tarafından çevrildi.