Garip bir şekilde beklentilerimizi aşarak sürekli yanı başımızda görülmeye, etrafımızda dönmeye, ellerimizden tutmaya başlıyor. Bir zamanların aksine şimdi pek fazla konuşmaması da farklı bir etki yaratıyor. Boğuk, hipnotize edici sesine eşlik eden ve herkesi küçümser gibi süzen o bakışlarıyla her karşılaştığımızda sararıyor, kaskatı kesiliyor, sonra hiç farkına varmadan ona doğru çekiliveriyoruz. Kışkırtıcı, alabildiğine sürükleyici. Belli bir yakınlıktan sonra yüzüne düşen düşünceli, dalgın ifadeyle aniden uzaklaştığında serseme dönüyor, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Yeniden döndüğünde kalbimiz korku ve heyecanla öylesine şiddetle çarpıyor ki hemen çekip gitmemek için kendimizi güç tutuyoruz. Aslında pek bir şeye benzemiyor, hatta biçim yoksunu denebilir. Mazisi acımasızlıkla, varlığı nefretle, hayatı kötülükle dolu, ama kim bilir belki de bizi ona bağlayan da bu türden bir arıza.
Hiçbir şekilde uyuşmuyoruz. Ona haz veren bizi öldürüyor, beklentilerimiz onun inançlarından götürüyor. Fedakârlıklarımız, en fazla onun hor görüsüne denk geliyor, onun mutluluğu da bizim için açılan uçurum ağızlarının derinliğine. Süründüren korkularımız onun heyecanları, kaskatı bırakan kayıtsızlıkları bizim tutkunluklarımız. Sarıldıklarımız onun boğmak istedikleri, uzak durdukları da erişmek için yanıp tutuştuklarımız. Öyleyken yine de bizi nefessiz bırakan bir şeyler var onda. Acınası, gülünç, marazi. Üstünkörü bir izah “saplantı” derdi. Hâlbuki işin sırrı, olayın bütün gizemi, altüst olmak diyeceğimiz belirli bir duyguya kapılmakla ilgili. Ürkütür, hep ürkütürdü, içimizde bu duyguyu birileri her an uyandırır diye. Ürperti bir başına ay ışığı, rüzgâr ya da tipiyle gelen değildi. Öldürmeden önce kendinden biri yapıncaya kadar kafamızın içini oyanlardan korkarız; sonra gülmekten öldürecek kadar eğlendirenlerden ve sonra inancımızı aşan, anlama gücü ve bilgeliğimizin yetmediği şeyleri söyleyenlerden. Sadakatle ve coşkuyla izleriz yine de, çünkü yüreğimizi havalandıran yalnızca onlar.
Engelleri yıkan, savakları parçalayıp taşan kanın coşkusu: Günah! Anlaşılmaz bir kuvvetin, bir başka oluşun, bir başka deneyimin yarattığı, bizi sınırlarımızın dışına taşıyan, sarıp sarmalayan o muazzam suç duygusu. Soğuk erdeminden, her zamanki inatçılığından vazgeçip kapılmak için can attığımız o zevk sarhoşluğu! Zihnimizi boşaltıp kendiyle dolduranın, kalbimizi oyup yalımlarıyla, bakışlarındaki alevlerle oraya kurulanın bize vadettiği her şey. Her dokunuşu, her sarılışı arzulu ölümün ve uykulu kanın taze sıcaklığı. Bir kez tadını alınca zayıflayıp her talebine açık olacağımızı bildiği şu büyük sihir. Büyüsüne ne kadar fazla karşı koyarsak, kendimizi o kadar fazla büyülenmiş bulduğumuz. Ona vurulmamıza sebep çekiciliği, iblislere yaraşır bu akıcılığı.
Elimizden tuttuğunda beynimiz imgeler ve düşlerle dönüyor. Bir baygınlık nöbeti, bir vecd hali. Fakat ne vakit gerçek yaşamın ötesindeymiş gibi yükselen bu buharımsı sisler somut bir biçime, taleplerle örtüşen bir fikri biçeme dökülse derhal bize soğuk davranıyor, öfkeleniyor ve kendi sınırlarını hatırlatıyor. Alınganlığı çabucak yardıma çağıracak bir mesele değil bu. Evet çılgın, evet kötü ve evet hiç olmadığı kadar tehlikeli! Ama onunla her şey uçucu, her şey akıcı aynı zamanda. Ve o, bunun farkında. Renksiz hayatımızın olanca fakirliğine sebep eksikliğin hakikat olmadığını, aksine çok fazla onunla yüklü olduğumuzu biliyor. Eksik olanı bir tat, bir parıltı, bir yanılsama, ahlaken reddettiğimiz bütün o diğer hafiflikler, yasaklar, imkânsızlıklar. Hastalıklı, zehirli, zamana süründüren yok edici bir sevda bu. Nasıl ve ne zaman başladığı sır değildi. Bir şölen, bir ziyafet. Tabağımızdaki çocuklarımızın etiydi, kadehimizde sevdiklerimizin kanı. Bir ikram, hepi topu bir davetkar bakış…
Sonra… Bir türlü dönemiyorsunuz işte. Çekine titreye bir adım atıyorsunuz, eşiği geçiyorsunuz ve ayaklarınız bir daha sizi aynı yere geri getiremiyor. Deneyeni çok olur, ama günahın ötesine bir kez geçtiniz mi eski sınırlara çekilmek imkânsız olup çıkıyor. Yüceltilen itiraf bile artık o ilk günahtaki hazzı çağırabilir sadece. Pişmanlığa meyilli olanda gördüğümüz ilkini de aşan sonraki tutku hep oradan kalma, ilk akşam yemeğindeki o son haram lokmadan.