Zekâ meselesi karışık bir mesele. Zekâ ölçümü daha da karışık. Bu konudaki testlerin gerçekçi ve yeterli olup olmadığı ve en önemlisi de özellikle çocuklar açısından böyle bir ölçümün gerekli olup olmadığı, uzun yıllardır tartışılıyor. Doğrusu anne babaların bu konudaki saplantısının hastalıklı bir durum olduğunu savunanlar epey fazla; birçok insan bu ölçümlerin çocuklara ağır beklentiler yüklediğini düşünüyor ki, bence de haklılar. En azından William’ın hikâyesinde kanıtlanan bu.
Değişik bir çocuk
İnsan, talih kuşunun ağırlığı altında ezilebilir mi?
Evet. Yaklaşık 300 IQ ile bugün hâlâ ‘dünyanın en zeki adamı’ olarak kabul edilen William James Sidis’in başına gelen tam olarak buydu. ‘Harika çocuk’ olarak başlayan hayatı, içi boşalmış bir adam olarak sona erdi ve bu tam bir trajediydi.
Göçmen bir Yahudi ailenin çocuğuydu o. Baba Boris Sidis, 1887’de Rusya’daki pogromlardan kaçarak ABD’ye gelmişti. Annesi de öyle. Anormal psikolojide öncü çalışmalarla ünlü bir psikiyatr olan baba Boris Sidis, oğluna sevdiği filozoflardan olan William James’in ismini vermişti.
William, doğduğu andan itibaren değişik bir çocuktu. Ailenin yapısından ötürü zeki olması beklenirdi belki ama sanki daha fazlasıydı. Bunda oğlunu bir tür ‘proje’ olarak gören baba Sidis’in de payı olduğunu gösteren çok sayıda kanıt var. Boris Sidis, neredeyse doğumundan hemen sonra onun üzerinde çalışmaya başlamıştı. Alfabe blokları kullanarak bir tür hipnoz durumu yarattığı ve başarılı sonuçlar elde ettiği anlaşılıyor. Çocuk birkaç ay içinde hecelemeyi ve okumayı öğrendi; altı aylıkken alfabeyi tümüyle sökmüştü. Rivayet gibi ama gerçek: William, sadece 18 aylıkken bir New York Times okuruydu, beş yaşında anatomi üzerine bir tez yazmıştı ve 8 yaşına varmadan İngilizce dışında Latince, Yunanca, Fransızca, Rusça, Almanca, İbranice, Türkçe ve Ermenice öğrenmenin yanında ve Vindergood olarak isimlendirdiği bir dil de geliştirmişti.
Harvard… Yok artık!
William, altı yaşında devlet okuluna yollandığında durum biraz tuhaftı. Altı ay içinde yedi yıllık eğitimi bitirmişti bile. Babası onu Harvard Üniversitesi’ne kaydettirmeye çalıştığında yalnızca 9 yaşındaydı ve sınavları kazansa da ‘duygusal olarak hazır olmadığına’ karar verildi. Ama daha 2 yıl geçmeden 11 yaşında Harvard’a alındı ve birkaç ay sonra da “Dört Boyutlu Objeler” üzerine bir konferansla ortaya çıktı. Sunumu bittiğinde, dönemin en ünlü profesörleri, yepyeni bir dâhiyle karşı karşıya olduklarını yüksek sesle haykırıyorlardı.
Ama hayat zordu onun için. 16 yaşında lisans öğretimini bitirdiği Harvard’ın ‘üst devreleri’ tarafından ‘merdiven altına’ çekilip şiddet görmekten kurtulamadı ve o günlerde ‘kısa pantolon giymeyi’ bıraktı! Oradan Hukuk Fakültesi’ne geçti, sonra da öğretmenliğe başlamak istedi. Ama 1918’de Teksas’ta bir üniversitedeki öğretmenlik hayatı, öğrencilerin sataşmaları yüzünden kısa sürdü.
Üstüne bir de sosyalist!
Asıl büyük belayı da o zaman başına sardı! William, bir sosyalistti ve 1919’da hayli çatışmalı geçen bir 1 Mayıs gösterisinde elinde kızıl bayrakla polis tarafından yakalandı. Mahkemede, vicdani retçi ve sosyalist olduğunu ve evrimden başka tanrı tanımadığını açıkça söyledi. 18 ay verdiler ona, ancak babası devreye girerek cezayı bir sanatoryumda çekmesini sağladı. Bu arada aile onu tehdit ederek görüşlerini değiştirmesini istedi ama o yaşamının sonuna kadar bir anti-militarist olarak kaldı.
Böylece, ‘düşüş’ de başlamış oldu aslında. Başından beri yükselişini işleyen medya, ‘komünist günahından ötürü’ artık tam karşısındaydı. ‘Dahi Sidis’ten ‘Kızıl Sidis’e hızlı bir geçiş olmuştu! Bir kez daha inzivaya çekildi. Sıradan işlerde kâtip olarak çalıştı. Gazeteciler 1924’te onun haftada 23 dolarlık bir işte çalıştığını keşfederek ‘sürünen dahi’ diye alay ettiler. Bu yüzden hiçbir işte tutunamadı. Yalnızca evinde dersler veriyor ve John W. Shattuck takma adıyla “proleter bir düzeni olduğuna inandığı’ Kızılderili kabilelerini anlatan ‘Kabileler ve Devletler’ kitabını yazıyordu. Aynı yıllarda yazdığı ‘Animate ve Inanimate’ kitabında o günlerde henüz bilinmeyen ‘kara delik’lerden söz ediyordu.
Ama yine de akademik açıdan -IQ’su düşünülürse!- verimsizdi ve giderek de verimsizleşiyordu. Kalabalıktan hep kaçıyor ama her seferinde şöhreti onu yakalıyordu. Geldiği noktadan ötürü öfke doluydu. Harvard’dan nefret ettiğini ve oğlunu üniversiteye gönderen herkesin bir aptal olduğunu sık sık söylüyordu.
Böylece, 1944 yılına geldiğinde toplam 40 dil bilen ama komşularının ‘iletişimsiz’ diye tarif ettiği biriydi o. 17 Temmuz 1944’te, geçirdiği beyin kanaması sonucu hayatını kaybetti.
William’ı hikâyesi böyle bitti ama tartışma aslında hiç bitmedi. Babaların annelerin ‘dahi yaratma’ merakı bir yana, dehanın gerçekte ne olduğu ve onun verimliliğinin hangi ölçüyle değerlendirileceği tartışması, bitecek gibi de görünmüyor. Oysa William’ın açısından mesele çok basit değil mi? 1923’te ölen babasının cenazesine bile gitmemişti o. Nasıl bir öfkeyle dolmuşsa artık!