“İnsan sevgisi görmemiş, sevmemiş, sevilmemiş, hiç başı okşanmamış, şefkatli bir kucak bulamamış, ailesi hiç olmamış, bir çocuk başına dokunmamış, bayram sofrasında oturmamış, dostluk, kirvelik ve komşuluk vicdanı tanımamış kadar kötüydüler. İçlerinde ilahlara dair ne merhamet ne de korku vardı, katiller gibi gafil ve kasaplar kadar gaddardılar. Ağızlarında küfür ve gözlerinde kötü cinlerin gölgesi vardı”. Bu sözlerleri Şengalli yaşlı bir kadın fermanın ilk haftasında aktarmıştı. Gözlerimle gördüklerimse, o yaşlı kadının söylediklerinin bire bir tercümesiydi. O sözlerin üzerinden tam dört yıl geçti ama, Şengal’de yaşanan gaddarlığın dehşeti ve cinlerin gölgesi olduğu gibi duruyor. Her bakışın derinliğinde tufanın enkazları saklı ve dokunduğumuz her ruh yaralar içinde inliyor. Ne enkazın kaldırılması için bir el ne de yaraların iyileşmesi için bir umut var. Şengal açık bir yara gibi her gün kanıyor. O günden beri çok şey yazıldı, çizildi ve hatta gereğinden fazla söz söylendi ama hiçbiri Şengalli yaşlı kadının sözleri kadar dokunaklı ve hakiki olmadı. Onun için kalkmadı o büyük kötülüğün kâbusu, ansızın gelen felaketin gazabı, o gaddarlığın ağırlığı ve susmadı yürekleri yakan yüzbinlerin kimsesiz feryadı. Her geçen gün Ezidilerin hakikate olan güveni azaldı ve komşuluğa olan hürmeti zedelendi. Sadece bir gün içinde yüzbinlerce insanın evine ateş düştü, şehirler, kasabalar, köyler ve kutsal mabetler yıkıldı. Üçyüz bin Ezidi yerinden edildi, binlercesi katledildi ve bir o kadarı da cihat adına ganimet olarak esir alındı. Bütün değerler bir bir yağmalandı ve kutsallar yakıldı. Bütün bunlar savaşıldığı için değil, barışa ve komşuluğa olan sonsuz güvenden dolayı başlarına geldi. Dostluğa, kirveliğe ve komşuluğun vicdanına inandıkları için ansızın öldürüldüler. Kadim değerlere olan hürmetlerinden dolayı kadın ve çocuklarının onur ve haysiyetiyle oynandı. Hem de tüm bunlar ana dillerinde savaş kelimesi olmamasına rağmen başlarına geldi. Öldürülen erkeklerin nefesleri daha sıcakken kadınlara tecavüz edildi. Binlerce masum çocuk tarikatın askeri okullarında cihatın yeni neferleri olarak yetiştirilmek üzere kaçırıldı. Ve bütün bunları yapanlar, bir zamanlar komşu ve kirveleriydi. Onun için her geçen gün daha da büyüyen bir yaraya dönüştü ve dönüşüyor Şengal fermanı. Ezidilerin kültürel hafızasında kapsadığı yer her yeni yılla daha tekinsiz bir seraba bürünüyor. Ezidi inancının katıksız mayası, kuşaklar arası kültürel aktarımın sağlayıcısı, arkaik bilgi ve sırların taşıyıcısı ve koruyucusu olarak görülen kadının “kırım ve kirlenmesine” yol açtı. Yani esas kırım kadar kadına uygulanan “cins kırımı da”(Gender Genocide) sarsıcı etkiler bıraktı Ezidi toplumunun üzerinde. Ferman esnasında binlerce Ezidi kadına “bütün sırlarla” beraber el konuldu, haysiyet ve onurlarıyla oynandı. Nitekim katliama uğramış diğer halkların yaşadıkları gibi Ezidiler de bu kökensel kırımla beraber derin bir dehşetin içine düştüler. Bu sarsıcı kırım hakikatinin her ne kadar tarihteki ilk Ezidi fermanından günümüze kadar devam eden bir “gelenek” olduğu bilinse de, son fermanın yol açtığı yıkım daha derin bir toplumsal travmaya yol açtı.
Dolayısıyla fermanın dördüncü yılında başvurulan öz-kıyım (kadınlar arasında intihar) tablosu bile bu hakikatin derinliğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Her fermanın beraberinde getirdiği en musibetsiz “talih” ise, kadınların “cazibeli kafirler” olarak kaçırılıp, tecavüz yoluyla kültür, inanç ve soydan koparılma gayesi olmuştur. Selefilerin bu ahlaki buyruğu tüm gelenek ve normları yerle bir edecek kadar keskin işlemiş ve kesintisiz bir şekilde işlemeye devam ediyor. Dolayısıyla bir soykırım yöntemi olarak tecavüz ve zorla din değiştirme her zaman birbirini tamamlayan aynı sistemin iki biçimi olarak kullanıldı ve bir etnik-temizlik yöntemi olarak halen devam etmektedir. Nitekim 3 Ağustos 2014 günü Şengal’de yaşananlar salt katliamla sınırlı bir felaket değildi, aynı zamanda tufan sonrası “İlahi gazabın” yıkımlarını andıran büyüklükte bir vicdani ve ahlaki çöküştü. Hem de bütün insanlığın çöküşü. Çünkü ferman salt Ezidilerin fiziki ve bedensel yıkımını hedef almadı, aynı zamanda insanlığın ortak mirası olan maddi ve manevi dünyaları da harap etti.
Ezidiler, o gün masumiyetin en yalın hali olan dualarına durmadan kendilerini cihadın kılıçların pençesinde buldular. Daha yüzlerini güneşe dönüp, avuçlarını 72 millet için açmadan 73. kez öldürüldürler.73.Ferman’ın “mumtaz tasarım”ve planlarında kökensel bir etnik temizlik vardı ve öncelikli hedefi ise coğrafyanın hafıza ve tarihine tümüyle hâkim olmaydı. Şengal’in Ezidisizleştirilmesi gayreti bu planın en yıkıcı niteliklerinden biri olarak önümüzde durmaktadır.
Dolayısıyla bu planın bir parçası olarak, önce soydaşları olan Güney Hükümeti onlara cehennemî tuzaklar kurdu ve sonra yanı başındaki komşuları gönüllü cellatları oldular. Tarih tekrar kara bir talihe döndü ve Ezidilerin ana topraklarına yine kan aktı, geriye kalanların kalbine yine gam düştü ve muktedir komşuların çoğu bu kırıma katıldı ya da alkış tuttu. Tarihteki bütün sistematik katliamlarda olduğu gibi Şengal’de de hedef bütün hafıza, kültür ve kutsalları yok etmek, geri kalanları da bir daha geri dönmemek üzere ana topraklardan sürmek ve gittikleri yerlerde de sürdürülemez bir hayata zorlamaktı. Üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen bu sistematik ferman aynı vicdansızlık ve merhametsizlikle halen devam ediyor ve güven tesis edici nesnel herhangi bir değişiklik de olmadı. O uğursuz günden sağ kurtulan Şengalli görgü tanıklarının ifade ettikleri gibi o büyük“ İlahi gazap ve beşeri merhametsizlik” bütün hızıyla devam ediyor.
Anıların bize hatırlattığı başka bir hakikat ise, fermana sebep olan esas “şeyin” Kürtler arası birlik ve ittifak eksikliği olduğudur. Bununla baş etmenin yegane yoluysa Kürt birliği içinde özerk bir Şengal yapısına kapı aralamaktır. Bunu istemeyen ve karşısında duranların kalbi mahşere kadar o günkü kötü cinlerin gölgesiyle boğuşacak ve bir daha güneşi göremeyecektir.