Darphane ve Danga Matbaası Genel Müdürlüğü, Ayasofya’nın ibadete açılması vesilesiyle, arka yüzünde Ayasofya’nın fotoğrafı ve “Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi 1453-2020” yazılı para basmış. 1 TL’ler 185 liradan, 10 bin bronz TL’ler de 55 liraya satışa sunulmuş…
Türkiye açlık, yoksulluk, işsizlik, sefalet ve şiddet sarmalına hapsolmuşken, koronavirüs salgınıyla boğuşurken, bir müzeyi cami yapmanın mana ve mahiyeti ne olabilir? Şu sefil kılıç şovu nasıl açıklanabilir? [Kaldı ki, Ayasofya’nın bir bölümünde zaten namaz kılınıyor ve minarelerden de ezan okunuyorken… 24 Temmuz’da geri kalanının da fethettiler ve muratlarına erdiler… Böylece İstanbul’u ikinci defa fethetmiş oldular…] Sorunun cevabı, ‘Türkiye Cumhuriyeti laik olmadığı için…’ olabilir. Cunta anayasasına “laik” yazılınca rejim laik olmuyor… Tabii ‘demokratik, sosyal, hukuk devletidir’ demekle de… Bunların hiçbirinin ‘reel bir karşılığı’ yok… Kısa bir cümlede dört yalan söylemek demek. Bu rejimin genleri demokrasiye, laikliğe izin vermez. Geride kalan yüzyılda vermediği görüldü… O halde neden olmayan bir şey varmış sayılabiliyor, insanlar yalanı gerçek sayabiliyor? Bağnaz resmî ideoloji sayesinde…
Osmanlı İmparatorluğu emperyalist Batı’nın bir yarı-sömürgesi haline gelip, çöküş sürecine girince, çöküşü durdurmak için bir dizi hamle yapıldı. Önce, İmparatorluk dahilindeki tüm etnik, dini mezhepsel, kültürel kimlikleri bir arada tutma-yaşatma projesi olan İttihâd-ı Anasır gündeme geldi. Mümkün olmadığı anlaşılınca, Sultan II. Abdülhamit, tüm Müslümanları bir arada tutacak İttihad-ı İslam’ı gündeme getirdi… Onun da imkânsızlığı anlaşılınca, İttihat ve Terakki Fırkası, sadece Türk etnisitesine, Türk ırkına dayalı çözümde karar kıldı. İttihatçıların projesi Türk olmayan unsurlardan kurtulmayı gerektiriyordu. Bu amaçla Anadolu’yu kadim halklardan temizlemeye yöneldiler, katliamlar ve sürgünlerle Ermenileri, Anadolu Rumlarını, Pontus Rumlarını, Süryanileri, Keldanileri… tasfiye ettiler. Müthiş bir insanlık suçu işlediler. Lozan Anlaşması’yla Kürdistan denilen bölge parçalanınca, Kürtlerin en büyük bölümü T.C. sınırları içinde kaldı. Kürtler Türk değildi ama Müslümandı. Onları asimile edeceklerini sandılar ve fakat yanıldılar, Kürtler yoğun asimilasyon saldırısına direndi… [Bu arada Kürtlerin Ermeni katliamındaki rolünü de unutmamak gerekir.]
Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçilmez kuralı, Türk ve Müslüman olmayanların yaşamasına izin vermemekti. Rejim, Türk-İslam sentezi üzerine inşa edilmişti. Sadece Türk olmak yetmiyordu. Mutlaka Müslüman da olmak gerekiyordu… Nitekim, Karamanlı Ortodoks Türkler de Anadolu’dan atılmıştı…
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Şeyh-ül İslamlık kurumu, Cumhuriyet’in kurulmasıyla Diyanet İşleri Başkanlığı adını aldı. Nedense ‘Diyanet İşleri Bakanlığı’ demediler. Devletin göbeğinde öyle bir kurumun varlığı, devlet dine karışacak, siyaset dine karışacak demektir… Ve öyle bir rejimin de laik sayılması mümkün değildir. Laikliğin temel kuralı, devletin ‘tüm inançlara eşit mesafede durması’ değildir… Mesafe gereklidir ama yeterli değildir. Bir devletin, bir rejimin laik sayılabilmesinin vazgeçilmez koşulu, “Politikanın dine, dinin de politikaya müdahale etmemesidir”. 1923-1945 aralığında devlet dine daha çok karıştı, 1945 sonrasında da din devlete daha çok karıştı… Sonuç 18 yıldır Politik İslamcı bir parti iktidarda ki, bu yaklaşık Cumhuriyet döneminin beşte biri… Dincileşmenin boyutlarını görmek için Diyanet bütçesine bakmak yeter… Siz hiç din bakanlığının bütçesi, sekiz bakanlıktan daha büyük laik bir ülke gördünüz mü?
O halde bütün nedenlerin “nedeni ne?” sorusu akla gelir. Neden böyle oldu, oluyor? Bütün nedenlerin nedeni, Türkiye’nin tarihinde bir modernite devriminin yaşanmamış olmasıdır. Bizde hiç zaman geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma olmadı. Kutsal devlet anlayışı varlığını hep korudu. İkincisi, Türkiye’nin egemenleri, bu ülkenin varını-yoğunu yağmalayan, talan eden mülk sahibi sınıflar, uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlardı. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar… Mektepli taife olur-olmaz ‘laiklik elden gidiyor’ diye feveran ediyor… Olmayan şey elden gider mi? Türkiye’deki pratik, laik değildi… Belki Kadir Cangızbay’ın laikrasi dediği söz konusuydu…
Şimdilerde ‘Fetö’nün ayakları ‘tartışılıyormuş gibi yapılıyor’… Niye ayaklarla uğraşıyorsunuz da gövdeye ve kafaya bakmıyorsunuz? Geride kalan yaklaşık yüz yılda, solun, sosyalizmin, demokratikleşmenin önünü kesmek için dini kullanmak, mülk sahibi sınıfların bir tercihiydi, sistematik ve değişmez bir devlet politikasıydı… Eğer dinci gericilik devlet aygıtının tüm gözeneklerine sirayet etmişse, sorumlu, geride kalan dönemin siyasetçileri ve yüksek devlet ricalidir… On yıllardır bilinçli olarak uygulanan politikalardır…
Eğer Ayasofya bir dünya mirasıysa, onunla iç ve dış politika mülahazalarıyla istediğiniz gibi oynayamazsınız… Oynayabiliyorlar zira, Politik İslamcı bağnazlığın kitabında evrensel değerlerin esamesi okunmaz… Oynayabiliyorlar zira, ortada bu saçmalığa dur diyecek bir muhalefet yok…
Bkz: Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak- kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti üzerine bir deneme.