Saray rejimi oldukça zor günlerden geçiyor. Suriye’de başlayan savaş macerasının giderek büyümesi ve tedrici olarak yeni cepheler açılması ve bunun finansmanı, kitleselleşen yoksulluk, yoksulluğun idare edilmesi için ihtiyaç duyulan sıcak para, rejiminin ortaya saldığı 5’li müteahhitler çetesinin ihaleler ve yolsuzluklarla doyurulmaya çalışılması… Bütçenin tümüyle Saray’ın giderleri, faiz lobisinin ödemelerine rezerve edilmiş olmasının sonucu olarak iktidar hiç olmadığı kadar zor bir dönemden geçiyor. Dolayısıyla hükümet iç politikada devlet terörü, dış politika ve diplomaside içeriye seslenen bir popülizmden başka bir şey üretemiyor. Bir zamanlar Kürt açılımı, Roman açılımı gibi en azından sosyolojik olarak karşılığı olan ve ‘iddialı’ açılımlar yapmaya muktedir olan iktidar şimdi 700 yıl sonra Ayasofya’nın Danıştay marifetiyle “fethini” kutluyor.
Hep söylendiği gibi tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde ise kaba güldürü oluyor. Tayyip Erdoğan, TRT dizilerinin senaryolarından siyaset üretirken post-truth açılımlarını büyüttü ve Atatürk ve İnönü ile kakışarak başladığı siyasi hayatının kalfalığını, kendisini 3. Abdülhamit, Abdülhamit’i de 2. Recep Tayyip olarak imal etti. Şimdi de kendisini Ulubatlı ile Mehmet Fatih arasında bir yerlere yerleştirmeye çalışıyor. T. Erdoğan’ın Mehmet Fatih rolünde olduğu senaryoda, Diyanet İşleri Başkanı’na da elbette Akşemsettin olma rolü düştü… Bu senaryoda güzel olan bir şey var, en azından geleneğe sadık kalınmış; çünkü Ayasofya, bir yandan Bizans oligarşisinin yönetim yeri, diğer yandan da Bizans elitin ibadet yeriydi; Beştepe’de başlayan VIP Cuma açılımının, Ayasofya’ya taşınmasıyla, unutulmaya yüz tutmuş olan bir geleneği daha yad etmiş olduk.
Osmanlı sultanlarının, kendilerini mütemadiyen, klasik eğitimle yetiştirmeleri (Mehmet Fatih bunun en sarih örneğidir), Bizans ve Roma kurumlarını ihya edip, kendilerini de bu devletlerin devamcısı sayması elbette, AKP’nin imal ettiği yeni Osmanlıcılığın konusu değil, burada gayet basit ve net hatlar var; dostlar-düşmanlar. O yüzden CHP ve seküler dünya Numan Kurtulmuş’un deyimiyle “içimizdeki Bizanslılar”, Kılıçdaroğlu da bilhassa Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmasının ardından, bu senaryoya Bizans Tekfuru olarak yerleştirildi.
Kılıçdaroğlu, her ne kadar Ayasofya üzerinden iktidarın geliştirdiği oyunu görüp, karşı çıkmayarak “bu oyunu bozdu”ysa da Osmanlı da oyun bitmiyor, bu sefer de cuma namazı manevrasıyla hükümet CHP’yi bir kez daha köşeye sıkıştırdı. Dahası, diyanet işleri başkanı elindeki kılıcı, CHP’ye ve CHP’nin tarihine ileri geri salladı. Adet olduğu üzere de CHP “Böyle bir şey mümkün olabilir mi?” yerinden birkaç tweet ile kılıç darbelerine karşılık vermeye çalıştı. Hülasa, CHP mezarlıkta ıslık çalarak kendini korkutmamaya çalışadursun, gerçekten atı alan Üsküdar’ı geçmiş gibi görünüyor. CHP’nin çok güvendiği, devlet ve onun kurumları, tedrici olarak 12 Mart ve 12 Eylül günlerinde ABD ve NATO’nun emriyle yeşil kuşağın çekim alanına girdiğinden beri işler belli ki çok değişmiş; devletin sahipleri de…
Bizans tarihi üzerine çalışanlar, Konstantinopolis’in son günlerinde, Ayasofya’da yapılan toplantılardan birisinde, Latinlerden yardım istenmesi konuşulduğunda, şehrin hamilerinden Notaras’ın, “Latin serpuşundansa Osmanlı kavuğunu burada görmeyi tercih ederim” dediğini söylerler… CHP ve Kılıçdaroğlu’nun iki aradalığı, Bizans tekfurluğundan ziyade, Notaras’ın düşmanımın düşmanı siyasetine daha yakın. CHP yıllardır devleti koruyacağım derken, solcu bıyığı, Kürt puşisi yerine, devletin başında “Keşke Yunan kazansaydı” diyen Deli Kadir’in fesini daha muteber gördü. Dahası, tıpkı Konstantinopolis’in son günlerinde Rumların Venedik’ten Ceneviz’den gelecek yardımları bekledikleri gibi CHP de devlet içindeki kanatlardan medet umuyor hâlâ… CHP, ordu ve bürokrasiye bel bağlayıp, “halkçılığını” seküler hukuk ile desteklemeyip, emekçilere sırt dönerek devrimciler ve Kürtlerden nefret etmeye devam ettiği sürece Ayasofya minberinden sallanan kılıç, ruhunu teslim etmek üzere olan Cumhuriyet’in uzuvlarını kesmek için tereddütsüz kullanılacaktır. Tabii ki, bizim işimiz CHP’yi derin uykudan uyandırmaya çalışmak değil, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önündeki engelleri kaldırmak için mücadele etmektir.