Tarihteki ‘Erfurt hela çukuru felaketi’ni duymuş muydunuz? Dileyen wikipedia’dan bir tıkla öğrenebilir, yine de amme hizmeti niyetine aktaralım kısaca: 1184 yılının 26 Temmuz’unda (evet, bu vakanın yıldönümü bugün!) Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Thüringen dükalığının merkezi olan Erfurt’ta, bir prens ile başpiskopos arasında süregiden anlaşmazlığı halletmek amacıyla ileri gelen soylular bir araya gelir. Kral 4. Heinrich’in de arabulucu olarak katıldığı bu soylular buluşması St. Peter Kilisesi’nin bir salonunda yapılır. Toplantı devam ederken, onca şiş göbeği bir arada kaldıramayan salonun ahşap zemini çöker ve hepsi birden alt kata, oradan da bodrumda yer alan bok çukurunun içine düşüverir. Wikipedia’ya göre toplantı halindeki soyluların en az 60, bazı kaynaklara göre ise 100 kadarı bok havuzunda boğularak ölür. Kral ise, duvar içinde bir girintiye oturduğu için canını kurtarır.
Bu hadiseyi ilk öğrendiğimde, Ortaçağ’da yönetici sınıfa karşı verilmiş en etkili mücadeleyi bir kilise zeminine döşenen tahtaların üstlenmiş olmasına mı şaşırayım, yoksa bok çukurunu tam da toplantı odasının altına yapan mimar-mühendisin gafletine mi bilemedim. Bildiğim tek şey, kaza geliyorum demez lafının ne kadar doğru olduğu. Ruhban sınıfının bokunda boncuk arandığı bir dönemde bu mereti kilise dışına taşımak da kimsenin aklına gelmemiş belli ki. Ve en akla gelmedik şey en olmadık zamanda vuku bulmuş. Erfurt vakasını ilahi güçlerin erken bir uyarısı saymak da mümkün belki; bilindiği gibi sonradan soyluluk müessesinin kendisi tarihin görünmez eliyle bizzat benzer bir çukura atılmıştır.
Soylular sınıfı tarihsel manasıyla yok olup gitti evet, fakat imtiyazlı zümre anlamında (Marx ve Engels’ten beri ona ‘egemen sınıf’ diyoruz) yaşamaya devam ediyor elbette. Böylesine köklü bir sömürge tabakasının ürettiği tüm mekanizmalarla birlikte insanlık tarihinden bir anda silinip gitmesi kolay değil ve görünmez kazalardan çok daha fazlasına muhtaç. Küllerinden doğan Simurg misali, ‘soylular’ kendi lağımından doğup duruyor çünkü. Sınıfsal aidiyetleri de soydan değil, aldıkları ihale sayısından, yedikleri rantlardan ve banka hesaplarından geliyor artık. O hesaplar ki sadece alt sınıfları ve kadınları değil toprağı, doğayı, suyu, hayvanları ve nihayet tarihi de sömürerek şişiyor.
836’ncı yıldönümünü bugün idrak ettiğimiz Erfurt felaketinden bizim yeni imtiyazlıların çıkaracağı dersler yok mu? Vardır elbet; her şeyden önce kendi döşemediğin zemine çok güvenmemek gerekir. Düşman bellediği bir dinin kutsal mekânlarını, bambaşka bir tarih ve kültürden beslenmiş sembolleri gasp edip onların üzerine oturmak, fetih edebiyatının ekmeğini yemek gibi hükümranlığın hayli eskimiş bir tarzı bir toplumda hâlâ işe yarıyorsa, kendini çağdaş ve dahi seküler addedenlerin aklını bile çeliyor, koltuklarını kabartıyorsa o toplumun komple neyin üzerinde durduğuna bakmak lazım. Altındaki tarihsel zeminin sağlamlığını kapsamlı bir mühendislik testinden geçirmek şart.
Her ne kadar artık yerli ve milli bir isimle anılsa da, Ortaçağ’ın başlarında inşa edilen bir katedralin zemini tam olarak neyin üzerinde duruyor, aynı anda kaç semirmiş makat kaldırma kapasitesine sahip bilmek zor, lakin Cuma günkü izdihamda tarihe geçecek tatsız bir vaka yaşanmamış olması, maazallah yaşanmayacağı anlamına gelmez. “Tüyleri buharlı bir sistemle özel olarak kıbleye yatırılan” halıların örttüğü zemine lütfen dikkat edilsin ve tarih -komedi formatında bile olsa- tekerrür etmesin diye söylüyorum.
Velhasılı kelam, Kutsal Türk-İslam İmparatorluğu’nun yeni soylularının ve dahi en laik beyaz Türklerin yeni VIP namazgâhı memlekete hayırlı uğurlu olsun!