Çekingeniz, belki kendimize aşırı ilgili olmaktan. Cesur olmayı her zaman hayal ederiz, ama bu çoğu zaman gerçekleşmeyen bir düş olarak sürüp gider. En cesur atışını ancak rüya görürken yapabilen uyuşuk bir bünyenin anlamsız tepkileri bizimki. Çünkü yığılıp kaldığımız yerden kalkmaya yeltensek hemen aklımıza bunun doğuracağı sonuçlar gelir, kıpırdamaya niyetlensek zihnimizde olduğumuz yerde kalmaya zorlayanın yırtıcı bakışları canlanır. Endişe verici olmamak, kimseyi incitmemek, çürütücü nefesine maruz kaldıklarımızı gücendirmemek önceliğimiz.
Gerilim ve çatışmanın bizi sevimsiz göstereceği korkusu derimize, kanımıza işlemiş. Hiçbir değeri yokken, başkalarınca nasıl algılanacağımız düşüncesiyle ömür boyu aralıksız ürperip dururuz. Hâlbuki ne çok sürdü bu küçük düşme, ne amansız, ne kapanmaz bir yaraya dönüştü yıllara yayılmış bu uzun aşağılanma…
Cüret, hakkını zorla koparan o kuvvet! Yersiz bile olsa hesapsız bir atılganlık, utanç ve bastırılmış olana yapışık duran korkuyu kökünden söküp atabilirdi. Hamlelerinde cüretkâr, isteklerinde pervasız olanı haksızlığı dışında hiçbir şey durduramaz. Yeter ki acımasızlığa gönül indirmesin, aşırılığın bu deli coşkunlukları gözünü karartmış olanın devredilemez haklarından. Fakat her zaman cazip görünen hareket değil atalet, iyi gelen yürümek değil kaçınmak, bize soluk aldıran kovuğundan çıkmak değil kabuğuna çekilmek, orada kokuşa çürüye saklanmak oldu. Nezakete muhtaç, iltifata hep aç. Kıymetsizliğin, küçülmenin sürüp gitmesi için böyle gevşeticiler, tereddüt ve şüphe giderici böyle yumuşatıcılar gerek. Olduğumuz yerde bırakan ancak böyle bir muamele, içimize işleyen şüphe ve korkuların dışına çıktığımızı hissettirebilir, bu yalanla yaşamaya ikna edebilirdi.
Hayatını endişeyle, ömrünü kanaatkârlığıyla silahlanmış olarak geçirmek usandırıcıdır, çok fazla yorucu. Öğrenilmiş bir tepki olarak çekingenlik öldürmeyebilir, ama sürünmek de zaten ölümün en kötü biçimi olduğu kolayca ispatlanabilir bir şey. Çok ölçülü, çok dikkatli, çok tedbirliyiz. Yüzyıllık bir itina. Sözcükleri bile üfleye soğuta ağır ağır yutkuna gelenin ürkek mirasçılarıyız. Kendi arzularının negatifi, hatlarının reddi bir gölge, belirsizliğe meyilli bir taşıyıcı. Yeterince vurgulanmış bir bireysellik düşü içinde, ama gereğince dikkat çekmeyen, hatta mümkünse hiç görünmeyen. Halbuki tarihte küçücük bir iz bırakmak için bile tırnaklarını batırmayı gerektirir, yani zor kullanmayı, hiç olmazsa solgun bir cesareti. Talih, utangaçça elini uzatana değil, cesurca öne atılanın parmaklarından kavrar. Gülünesi paradoksların sonu gelmez bunaltısı işte. Hep bir çöküntü. Çünkü biz başından beri başka türlü bir onay bekleyenleriz, sevimli olmayı cüretkâr olmaya üstün tutan, o hafif ölü nefesiyle varlığını sezdiren sokulganlığı, karşı koymanın erdemi saymaktan usanmayanlarız.
İstenen az, o kadar az bir şey ki, önüne gelen aşağılayabilir. Yerli yersiz gülebilir, eğlenebilir, itip kakabilir. Olan, daha azı değil. Kamçılayıcı bir şey gibi durmuyor bu; çarpıntı sıklıkları, nabız daralmaları, yürek azalmaları, korku artışları tüm bunlar. Daha tereddütlü, daha mesafeli, daha geriden ve olabildiğince daha içe gömülü.
Sersemlediğimiz, hiç yokken seçenekler görmeye başladığımız, kaçınılmaz sona sürüklendiğimiz böyle bir yer. Ama yine de çekine çekine belirmek, garip bir şekilde bizi hiç anımsamayacak o tanımlayıcı gücü isteriz. Bunun bile sis yoğunluğunu zemin sandığımız o düş âleminden bize geldiğini hiç bilmeden. Hâlbuki sadece cesurların ilgi çektiğini ve ancak ilgiyi çekebilenlerin gücü de çektiğini anlamak çok da çaba gerektirmeyen bir şeydi.
Çok uzun sürdü. Yıpratıcı ve yorucu. Fazla sandığımız o kadar az bir şey ki peşinden koşturduğumuz, ansızın öylece sunulsa bu ikram bizim için ancak eşsiz bir aşağılanma olurdu. Ama vazgeçebileceğimiz bir şey de değil.
Kekeleyerek çağırdığımızın bize kükreyerek döndüğünü hep unutmamız gerekiyordu bir şekilde. Hışma uğramamak için büründüğümüz sevimlilik, son hakikat olarak sığındığımız duyuların gevşekliği, onun karanlığı. İsyancının kanımızı tutuşturan o göz kamaştıran ışığı nereden gelirdi bize? Unuttuk, hepsini unuttuk. Değil mi ki, biz bile dilencileri hor görürüz, çok az isteyerek kendilerini aşağıladıkları için.