Buradaki “uzun lafın kısası”ndan kasıt, konuyu gerçek anlamda en kısa haliyle anlaşılır kılmaktır. Uzun lafın kısası, dün, bugün, yarın veya bir sonraki gün konuşacağımız konular, uzun ya da kısa, ne olursa olsun, sözün bu konu bağlamındaki yüklemi, bir şekilde adaleti gösteriyor. Onun için bir konunun ister ağır, ister basit, ister eski, ister yeni, ister sofistike, ister yalın olsun, mutlaka en kısa halini duymak isteriz. Bir nevi kültürel bir alışkanlık haline bürünmüş bu ifade biçimi birçok açıdan hem iyi hem de önemlidir.
Bir konunun en kısa halini ifade etmek; aslında adı konulmamış bir soyutlama çabasıdır ve ben de bunu hep sevimli bulmuşumdur. İnsanlık tarihi, dil denilen edimin gelişim süreçleri, mantık, felsefe ve formel bilimlerin tarihsel istikameti, hep çetrefilli olanı, karmaşık ve girift olanı sadeleştirme ve bu soyutlama teşebbüsünün tarihidir aynı zamanda. Sevimli olmasının birinci sebebi konuyu endamsız bir şekilde nakletmesi, ikincisiyse zaman ekonomisini verimli kılmasıdır. İstisnai bazı durumlar dışında hangi sorun olursa olsun arkasında mutlaka bir adaletsizlik meselesi olduğu Aristo’nun dolambaçsız mantığı kadar nettir.
Bu düzlemsel mantıktan hareketle mevcut dünya sorunlarının tamamını bir adalet sorunu olarak görmek hem doğru hem de yerindedir. Üstelik bu durum, salt güncel olarak değil, tarihsel akış bağlamında da bizi aynı noktaya götürmektedir. Uzun lafın kısası retoriğiyle bakınca, adil olmayan bir dünyanın adaletsizliğinin sonucudur karşı karşıya kaldığımız sorunların tamamı. Bu sebeple dünyadaki rejimlere karşı kurulacak her söz, atılacak her adım ve kurgulanacak her gelecek tasavvuru mutlaka adalet üzerinden bina edilmelidir. Uzun lafın kısası, her geçen gün adaletin canına kıyan, bütün temel hakları ortadan kaldıran ve kendi tekçi rejimlerini tahkim eden rejimlere karşı adalet odaklı söylemler ve ona bağlı politik bir ortak akıl kurmadan başarma olasılığı oldukça düşük olur. Yitirilen adaletin tesisi ancak resmin bütününü gören ve renklerin tamamını kapsayan temel bir tutumla tecelli edebilir, yoksa emek yüklü çabaların tamamı başarısız kalır. Bu bağlamda dünyaya açılan pencerelerin büyüklüğü ne olursa olsun adil bir dünya için o pencereler sonuna kadar açık tutulmalı ve temel hakların eşitliği bağlamında politik yeni bir aks oluşturulmalıdır. Politik eylem ve öncellikler ne olursa olsun, temel hedef hakkaniyete dayalı adalet olmalıdır. Bu insanlığın, bugüne kadarki arayışının, çabasının ve hikâyesinin de özetidir. Temel mottosu “herkes için adalet” olan yeni bir demokratik hareketin hem başarılı olma şansı vardır hem de topluma öncülük etme seçeneğini ortaya çıkarır. Adalet olmadan hiçbir şeyin mümkün olamadığını her gün yaşayarak deneyimliyor dünya. Üstelik bir kişinin bile bu adalet mekanizmasından mahrum bırakılması, geride kalan herkesi de risk altına soktuğu koskoca bir deneyim de sabit.
Uzun lafın kısası, adalet herkesin sorunu, sorumluluğu ve de tabii hakkıdır. Adaletin artık eşitliğin, refahın, çoğulculuğun, demokrasinin ve toplumsal barışın yegâne güvencesi olduğu anlaşılmalı ve yitirilmiş bu duygu tekrardan onarılmalıdır. Adalet duygusu yaralanmış, zedelenmiş bir toplumun adil olması beklenemeyeceği için muktedirler her zaman önce adaleti vururlar. Ondandır ki önce adalete sonra vicdanlara kast etmek vardır muktedirlerin fıtratında. Onun için rejim, tekçiliği, ırkçılığı dayatıyor ve Kürt düşmanlığı başta olmak üzere ötekilere karşı saldırıları sistematikleştiriyor. Uzun lafın kısası, son olarak Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi de toplumsal adalet duygusuna kast etmenin dışında başka bir şey değildir. Kürt kadın hareketi başta olmak üzere legal Kürt hareketine karşı başlattığı eliminasyon aksiyonu bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Bir nevi yeni iletişim stratejisi olarak hayata geçirdiği bu ibram manevralarla başından beri adalet mayası bozuk olan anayasal nizamın yanı sıra toplumun mimetik adalet duygusu da hedef alınmaktadır.
Zira adalet duygusu zedelenmiş bir toplumu karşı karşıya getirmek kolay olduğu gibi çatıştırmak da bir o kadar olasıdır. Bugün popülist rejimlerin dünyadaki politik stratejilerin dışavurumu budur ve Türkiye de aynı ırkçı-milletçi izlekte ilerlemektedir. Böyle bir toplumu dizayn etmenin, provokasyona sürüklemenin ve hezeyana getirmenin ne kadar kolay olduğunu rejimin kurgusal algı yönetimlerinden her gün görüyoruz. Tüm bunlara karşı etkin bir adalet sisteminin geliştirilmesi, adil bir dünya ve vicdanlı bir toplumun inşası için yola çıkılması her zamankinden elzemdir. Uzun lafın kısası, bireyler ve devletlerle ilgili adalet ilkesini tesis eden ve garanti altına alan devletlerarası kanuni düzenlemeleri hatırlatan ve evrensel insan haklarını önceleyen çoğulcu bir politik aksın oluşması durumunda yaklaşmakta olan dönüşüm sürecine cevap olma potansiyeli bir hayli yüksektir. Mevcut rejimin yıllardır oluşturduğu “adaletsiz adalet sistemi” ve onun kutuplaştırıcı yönetsel aygıtı ancak böyle bir normalleşme üzerinden alt edilebilir, aksi taktirde toplumsal gerilim hatları giderek daha da belirginleşecek ve “adaletsiz adalet sistemi” yeni algı stratejileriyle tekrar tahkim edilecek ve kendisi hakim bir anayasal ve toplumsal norm haline gelecektir.
Uzun lafın kısasının özne yüklemine göre, eğer rejim toplumsal bölünmeyi bugüne kadar yaptığı gibi yönetebilir ve muhalefetin birbiriyle güçlü bir temas kurmasını engelleyebilirse en kısa zamanda baskın bir seçime başvuracaktır. Çünkü politik olarak başlayan düşüş trendi bu rejimi başka türlü kurtaramayacaktır. Onun için beklenmedik “olana” her an ve her anlamda hazır olmak gerekiyor. Uzun lafın kısası, insanlığın bütün toplumsal, siyasal deneyimleri, bugün geleceğin inşasında ders ve ibret alınacak sayısız deneyimlerle doluyken, kendini ısrarla göstere göstere gelen ve yaklaşmakta olanı şimdiden görüp ona göre önlem almak, yön ve yörünge belirlemek, tarihe, insanlığa ve topluma karşı kaçınılmaz sorumluluğumuzdur.