Gazetemize konuşan ZMO İstanbul Şube Başkanı Atalık, 1980’den bugüne kadar kesintisiz uygulanan neoliberal politikaların tarımı felç ettiğini belirterek, bugün durumu düzeltmek için öncelikli çözümün çiftçiler ve tüketicilerin kooperatiflerde örgütlenmesi olduğunu ifade etti
M. Ender Öndeş / İstanbul
Geçtiğimiz aylarda ‘patates-soğan’ fiyatlarının yükselişi ilk bakışta kısmi bir mesele gibi görünüyordu ama sonradan daha genel bir durumun yaşadığı, 5’i hariç bütün ürünleri ithal eder hale gelmiş Türkiye tarımında ciddi yapısal sorunların bulunduğu daha fazla tartışılmaya başlandı. Bu bağlamda, Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık’la konuştuk.
Yaz yoksulların sevdiği mevsimdir ama bu kez sebze-meyvede tık yok. AKP Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz ise, “Türkiye’yi tarımsal alanda Avrupa’da 4. sıradan 1. sıraya yükselterek Avrupa’nın en büyük tarım ülkesi konumuna getirdik” diyor… Nedir durum?
Avrupa’da birincisiyiz. Ancak, Avrupa’da en büyük tarım arazisine sahip ülkeyiz. Türkiye 23.9 milyon hektar, Fransa 19,5 milyon hektar, Almanya 12,1 milyon hektar, İspanya 17 milyon hektar tarım arazisine sahip. Ancak, avantajımızı hızla kaybediyoruz. Çiftçimiz son 15 yılda Belçika’dan daha büyük bir tarım arazisini, 3.2 milyon hektar alanı ekmekten vazgeçti. 2010 yılında 69.7 milyar dolar olan tarımsal milli gelirimiz, 18 milyar dolar gerileme ile 2017 yılında 51.7 milyar dolara düştü.
Sanki doğrudan üretimin çöküşüyle ilgili bir vehamet var… Samandan, buğdaya kadar… Türkiye, birkaç iklim sistemini kapsayan bir coğrafyaya, her şeyin yetiştiği bir toprağa sahipken, niye Sibirya ya da Sahra Çölü taklidi yapıyor?
Ülkemizde 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası neoliberal politikalar tüm acımasızlığı ile uygulamaya kondu. Tarım Bakanlığı’nın 1984 yılında yeniden yapılandırılması adı altında kurmay kurumları kapatıldı, kalanlar da işlevsizleştirildi. Tarımsal KİT’ler önce zarar ettirildi, sonra da özelleştirildi ya da kapatıldı. IMF ve Dünya Bankası (DB) projeleri ile 2000’li yıllarda tarımımız tam anlamıyla çökmeye başladı. Fransız çiftçi yılda 19.500 dolar, Alman çiftçi 29.125 dolar, İspanyol çiftçi 17.895 dolar kazanırken, çiftçimiz sadece 3.380 dolar kazanabiliyor. Üretim geriliyor, kalite ve standart yakalanamıyor, ithalat ile üretim iyice çıkmaza giriyor.
Bir de, ekonomi yönetiminin otomatik bir refleksi oldu. Neyin fiyatı yükselse “ithalat yaparım ha” deniliyor…
Hangi ürünlerin ithal edileceğine Merkez Bankası’nın enflasyon raporları ile karar veriliyor. Sığır ithalatının başladığı 2010 yılında sığırın 1 kg canlı ağırlığı 6.35 TL idi. Bu fiyat 2018 yılında 14.98 TL oldu; yüzde 136 arttı. Temel besinimiz buğdayı da 2010 yılında 38 kuruştan ithal ediyorduk, 2018’de 85 kuruştan ithal eder olduk; yüzde 124 arttı. Dövizde yaşanan hızlı artışın ardından ekmek zammını getirdi. Çözüm olarak sunulan ithalat fiyatları yerinde tutamadığı gibi içerideki üretimi baltalayarak fiyatların daha da yükselmesine yol açıyor.
İyi de, Arjantin’den canlı hayvan getirtmek nasıl bir iş? Ben, sade bir yurttaş olarak düşünüyorum da, bir gemiye kaç hayvan sığdırabilirsiniz ve nakliye, yol kayıpları…
Hayvancılık, özellikle yem maliyetleri nedeniyle pahalı bir sektördür. Bu nedenle ülkeler kendine yeterlilik düzeyinde hayvancılık yapar. Meralarında serbest hayvancılık yapan Avustralya ve Latin Amerika’nın ancak birkaç ülkesinden canlı hayvan alabiliyoruz. Gemileri az kirletmeleri için taşıma sırasında aç ve susuz bırakıldıkları, Brezilya halkının Türkiye’ye gönderilecek hayvanların gemiye üst üste bindirilmelerine isyanı basına zaman zaman yansıyan haberlerdi. Halkın et ihtiyacını karşılayacak politika üretemeyen hükümet zorunluluktan ötürü canlı hayvan ve kırmızı et ithal ediyor. İthalat pek çok işletmeyi iflasa sürüklemekte, her yıl bir öncekinden daha fazla alım yapılmaktadır. 2018 yılının 6 aylık bölümünde bir önceki yılın aynı dönemine göre sığır ithalatımız yüzde 62, koyun ithalatımız 27 kat, et ithalatımız ise 18 kat arttı.
Daha geriye gidelim… 2000’lerden itibarın, tarımı destekleme programları yerine yavaş yavaş Doğrudan Gelir Desteği gibi (DB kaynaklı) politikalarla “Kahvede otur paranı al” noktasına vararak birçok ürünün yok edildiğine tanık olduk. Arada, tütün, pancar ve daha başkaları güme gitti. Bu yavaş bir intihar biçimi değil miydi? Biz ne ara çiftçiden market müşterisine geçtik?
Doğrudan Gelir Desteği (DGD), Avrupa Birliği’nde (AB) aşırı üretimi azaltmak, yani ürettirmemek için uygulanan bir destek biçimidir. Oysa ülkemizin üretime ihtiyacı vardı. DGD 2001 yılında üç pilot bölgede başlatıldı. Bir pilot ilçede yapılan ödemeler yılın sonunda değerlendirildiğinde ilçenin yüzölçümü ilinkinden fazla çıktı. Diğer bir pilot bölgede ise tarla tapusuna sahip konut yapı kooperatiflerinin de DGD aldıkları görüldü. Tarlada üretim yapan değil, kentlerde ikamet eden tapu sahipleri destekten yararlandı. Bu uygulama nihayet 2008 yılında sonlandırıldı. Yanlış politikalar gençlerin kırsal alanı terk etmesine neden oldu. Köylerdeki 60 yaş üstü insanlar fiziksel olarak üretimi çeşitlendirmede yetersiz kaldı. Sonuçta çiftçi de ihtiyacını marketten karşılar oldu.
Mesela, genel olarak hayvancılığa baktığımızda, nereye gitti Türkiye’nin o muazzam hayvancılık potansiyeli?
Türkiye’nin hayvancılığını ve süt üretimini geliştirmek üzere 1950’lerin sonları 1960’ların başlarında Et ve Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve YEMSAN kurulmuştu. Bu KİT’ler 1990’lı yıllarla beraber özelleştirildi. Diğer yandan doğu ve güneydoğudaki meralar da eş zamanlı yasaklandı. Ortadoğu’nun canlı hayvan ve et tedarikçisi Türkiye bu özelliğini kaybetti. Kaba yem ihtiyacımız 74 milyon ton, üretim 59 milyon ton, 15 milyon ton açığımız var. Karma yem ihtiyacımız 9 milyon ton, üretim 4 milyon ton, 5 milyon ton açığımız var. Hayvancılığımızın gelişebilmesi için öncelikle yem açığımız kapatılmalı. En ucuz yem kaynağı meralardır. Meralarımız da sürekli amaç dışı kullanımlara açılıyor. Doğu ve güneydoğudaki yasaklı meralar hayvancılığa açılmadığı sürece ülkemiz hayvancılığının gelişmesi mümkün görünmüyor.
80’lerden beri devlet kendini her alandan silmeye çalışıyor; hala tarımsal fiyat açıklamasını devlet yapıyor ama aslında gitgide çekiliyor her alandan. Yurttaşın, sağlıklı ve ucuz beslenme hakkının sorumlusu devlet değil mi? Benim vergi vererek var ettiğim bir mekanizma, gıda alanından çekilme hakkına sahip mi?
AB’de her önemli tarımsal üretim kolunda mutlaka bir müdahale kurumu vardır. Bizdeki karşılığı ise tarımsal KİT’lerdir. Uygun girdi sağlayan, alım yapan, pazarlama kanallarında kolaylık sağlayan, üreticinin zarar etmesini önleyen bu kurumlar 1990’lardan itibaren birer ikişer yok edildi. TMO gibi kalan ender KİT’lerin de etkinlikleri kalmadı. Bize neoliberal politikayı, serbest piyasayı önerenlerin kendi tarım politikalarında serbestlik yoktur. Kontrol, denetim ve müdahale altındadır. Gerek tarımsal üretimin garanti altına alınması gerekse tüketicinin sağlıklı gıdaya ulaşmasında devletin garantör olması gerekir. Tarımsal üretim ve halkının gıda ihtiyacını karşılamakta bağımsız olmayan bir devletin başka alanlardaki bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir.
Bağlı bir soru: Tıpta yeni sayılabilecek bir kavram var: Hasta olmama hakkı! Yani, artık tıp, insanların sağlıklı bir çevrede, sağlıklı beslenerek, sağlıklı nefes alarak hastalanmama hakkından da devleti/kamuyu sorumlu tutuyor. Bu anlamda, devletin, gıda alanından çekilip özel sektöre ne yaparsan yap deme hakkı var mı?
Tarladan ve ahırdan sofraya kadar tarımsal üretimin tüm kademelerinde devletin kontrolü şarttır. Bir gıda işletmesinde sağlıklı gıdanın üretilebilmesi öncelikle hammaddesi olan tarım ürününün sağlıklı yetişmesinden geçer. AB Ortak Tarım Politikasını uygulamaya koyduğu 1960’ların başında bütçesinin yüzde 70’ini tarımını desteklemeye ayırdı. Bugün halen bütçesinin yüzde 45’ini bu amaçla kullanmaktadır. Bizde ise bu oran yüzde 2 ve yüzde 2.5 arasındadır. AB üretimi teşvik etti, üreticinin kooperatif çatıda örgütlenmesini sağladı, sonra da üreticiyi kalite ve standarda yönlendi, ürünlerin tüketiciye makul fiyatlarla ulaşmasında da her safhada var oldu Bu konuda AB’yi örnek almalıyız.
Peki, aşırı safiyane bir vatandaş olarak sorsam, iktidarda kalmak için politik desteğini canlı tutmak isteyen partiler, hükümetler, mantıki olarak düşünüldüğünde, aslında bolluk ve ucuzluk olsun istemezler mi? Hükümetler, elinde bu mekanizmalar olduğu halde, niye böyle davranmıyor?
Bütçeden 2018 yılı için bitkisel üretim ve hayvancılık dahil ayrılan tarımsal destek 14,5 milyar TL’dir. Buna karşın sadece buğday, mısır, soya, ayçiçeği, pamuk, canlı hayvan ve kırmızı et ithalatına yılın ilk altı aylık döneminde ödenen dövizin TL karşılığı 15,4 milyar TL’dir. Türkiye’nin sulama ve arazi toplulaştırma gibi tarımsal altyapı eksikleri yanında tarımsal destek için ayrılan pay, yapılan ithalatın çok altındadır. Döviz kaynaklarımız ithalat yoluyla o ülkelerin halklarının refahına sunulmaktadır.
Daha köklü bir soruna da değinmek istiyorum: Metropol düzeni de problemin bir kaynağı değil mi? Yani siz, 15 milyon insanı çarpık bir kente yığmışsanız ve onlara her sabah domates, şeftali, et, vb. sunmak zorundaysanız, artık sağlıklı gıdadan söz edilebilir mi? Tarımı çökertip, insanları topraktan ekmeğini kazanamaz hale getirip metropol kentlere ittiğinizde, zaten bir çıkmaza girilmiş olunmuyor mu?
Kırsal alan boşaldıkça metropoller daha hızlı göç alıyor. Kırsalda tarlalar boş kalırken, kentlerin etrafındaki tarım arazileri betonlaşıyor. Bu sefer ülkenin uzak köşesinde yetiştirilen ürünler metropollere taşınıyor. Kentlinin gıdaya ulaşım maliyeti artıyor. Ürünün ezilmemesi için olgunlaşmadan toplanıyor, beklenen lezzeti sağlayamıyor. İstanbul’da otomobil hariç diğer taşıtlara üçüncü köprüden geçiş zorunluluğunun getirilmesi, bu köprünün diğer iki köprüye göre kullanım maliyetinin çok daha yüksek olması gıda fiyatlarını etkiliyor. Aynı şekilde kent içi trafik de maliyeti etkileyen başka bir faktör. Gelişmiş hiçbir ülkede ülkemizdeki gibi metropoller bulunmamaktadır. Çok nüfuslu kentler günümüzde gelişmişliği değil geri kalmışlığı göstermektedir. Kent içinde boş kalmış her alana bir AVM ya da rezidans dikilmesi gerekmiyor. Pek çok modern şehirde bu alanlar kent içi tarım arazisi olarak kullanılmakta özellikle fakir kesimler için taze ve ucuz ürünler üretilmektedir.
Çok temel bir soru daha. Siyasi ömrü neticede seçimlerle filan sınırlı olan bir politik iktidarın, fiziki ömrü milyarlarca yıl olan doğa üzerinde ne kadar tasarruf hakkı var? Yani yüzde şu kadar oy almak, bir nehrin yapısını değiştirme, toprağın dokusunu deforme etme, bir ürünün ekimini çökertip fabrikalarını yok etme, denizi doldurup otel yapma, bir tarihi eserin altına tekerlek koyup yerini değiştirme, vs. gibi hakları size verir mi? Sonuçta mesela toprağın yapısını bozulunca, benim torunumun geleceğini etkiliyor, öyle değil mi?
Aslında dünyada hiçbir şeyin sahibi değiliz. Ancak, geçici bir süre kullanan kiracıyız. Doğada bizden sonraki nesillerin de haklarının olduğunu unutmamalıyız. Rant uğruna yok ettiğimiz her bir doğa parçası gerçekte yok ettiğimiz yaşam alanımızdır. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Son yıllarda çevre mücadelelerinin güçlenmesi gelecek açısından son derece sevindiricidir.
Ve nihayet, çözüm ne? Geri döndürülemeyecek kadar vahim bir noktada mıyız? Yeni dönemden bir şey bekliyor musunuz? Şimdi el atılsa soruna, bu ülkenin kendi zenginliklerine yeniden kavuşması çok zor mu?
Tarım sektöründe bugün doğru politikalara yönelsek, en erken üç yıl sonra olumlu geri dönüşler almaya başlarız. Ama maalesef amaç dışı kullanılan tarım ve mera alanlarını geri kazanmak mümkün değil. Öncelikle çiftçileri ve tüketicileri kooperatif çatılar altında toplamamız gerekiyor. Her iki kooperatif karşılıklı gelerek taleplerini belirlemeli ve üretim planlaması bu şekilde belirlenmelidir. Böylelikle çiftçi kazanırken tüketici de makul fiyatlarla ürüne ulaşmanın mutluluğunu yaşayacaktır. Bu üretim tarzı kalite ve standardı beraberinde getirecektir. Tarımımızın altyapı sorunları da bir an önce çözülmelidir. Kaynaklar ithalata değil üretime yöneltilmelidir.