“İktidar gidici”. Bu söylem toplumsal muhalefetin büyük bir çoğunluğu tarafından ortak kabul gören bir tespite dönüşmüş durumda. Elbette ayakları havada boş bir tespit değil, ciddi dayanakları var. Gerek peş peşe yayımlanan anket sonuçları gerekse derinleşen ekonomik kriz ve dış politikadaki çatışmalı durum bu tespite dayanak oluşturuyor. İktidar hızlı bir şekilde meşruiyet kaybederken aynı zamanda kendi tabanında da oy kaybı yaşıyor. Bu durum hayatın gündelik akışında bile kendini ortaya koyuyor. Siyasi ve ekonomik olarak kitlelere verebileceği bir şey kalmayan siyasal iktidarın, giderek akıl dışı bir yöne savrulduğu gözleniyor. Gücünü sandıktan alan iktidar sandıkta kaybediyor. İktidar eriyor.
Bu tespit ve tespite dayanak oluşturan veriler, iktidarın bir seçim yenilgisiyle gideceği ön kabulüne yaslanıyor. İktidarın bir seçim yenilgisi ile gideceği tespiti, aynı zamanda iktidarın gidebileceği bir seçim ortamını da peşinen kabul ediyor. İktidarın gidici olduğu yönündeki haklı analizin zayıf noktası da burada ortaya çıkıyor. Zira bu gidişi sağlamak ve belki de hızlandırmak adına kitleleri mobilize edecek bir çıkışta bulunmak yerine, seçimlerin iktidarı süpürmesine bel bağlanıyor. Seçimlerin hükümet değiştirme kapasitesine yaslanan bu kabulleniş, iktidarın daha önceki seçimlerde kazanmak uğruna yapmış olduklarının unutulduğu izlenimini veriyor. Aynı şekilde, yaşanmakta olan sürecin olağanüstü karakteri de unutuluyor. Kitlesel olarak zayıflayan iktidarın, devlet gücünü artan oranda elinde topladığı yok sayılıyor. Giderek devletle iç içe geçen iktidarın değişmesinin, basit bir hükümet değişikliğinden öte, devletin karakterinde de bir dizi değişikliğe yol açacağı gerçeği yeterince önemsenmiyor. Aynı şekilde, bütün bunların sandık meselesini aşan toplumsal karşılıkları olacağı pek göz önünde bulundurulmuyor. Sandıkla gelenin, sandıkla gideceği murat ediliyor. Tehlikeli bir düş kuruluyor.
“İktidar gidici” söylemi propaganda açısından faydalı bir yön taşıyor. Zira ağır baskı altında kalan, gelecekten umudunu kesen, mücadele azmini yitiren halk için, yaşanmakta olanın sona ermekte olduğu anlamına geliyor.
“Yenilmez” denilenin yenileceğine işaret ediyor. Halkı zinde tutuyor. Fakat her şeyin sandığa havale edilmesinin bir çeşit ataleti beraberinde getireceği gerçeği de göz ardı ediliyor. Sandık sonrasında her şeyin düzeleceği beklentisinin, kaçınılmaz olarak yapılmakta olanlara karşı mücadele etmenin gereksizliği tezini beraberinde getireceği, ataleti besleyeceği hesaplanmıyor. Ataletin, kör bir kabullenişi ve umutsuzluğu besleyebileceği görülmüyor. Seçimlerde iktidar karşıtı güçlerin yan yana gelmesinin ve iktidara oy vermiş kitlelerin ondan koparılmasının sarayın devrilmesi için yeterli olacağı varsayılıyor. En azından öyle olması bekleniyor. Bu beklenti, muhalefeti seçim endeksli bir siyaseti temel almaya yönlendiriyor. Ne zaman olacağı henüz belli olmayan bir seçime yönelik hazırlık, aslında bir biriktirme siyaseti olarak da okunuyor. Bu yönelim devrimci güçlerin önemli bir kısmında da kendisini gösteriyor. Seçimlerle yıkılacağı kesinleşmiş olan bir iktidarla erken bir çatışmaya girip yıpranmak doğru bulunmuyor. Kadroların ve örgüt bütünlüğünün korunması, toplum içindeki ağların genişletilmesi, seçim ve seçim sonrası daha elverişli sürece hazırlanılması esas alınıyor. Kadrolar mücadelenin sıcağında sınanmıyor. Oysa iktidar, Meclis’teki çoğunluğunu kullanarak kendini kalıcı hale getirecek düzenlemeleri devreye koyuyor. Mutlak şekilde galip çıkacağı bir sandık hazırlamaya çalışıyor. Bu gerçeklik sanki görülmek istenmiyor. Günün ihtiyaçları, yarının beklentilerine kurban ediliyor.
Doğrudur, saray kaybediyor. Kaybettikçe saldırganlaşıyor. Fakat iktidarın saldırganlığı geçmişte olduğu gibi korku üretmiyor, kitleleri sindirip dağıtmaya yetmiyor. Sarayın saldırısı arttıkça halkın öfkesi büyüyor; öfke, adım adım direnişe dönüşüyor. Gidiyor. Gitmemek için direniyor. Gidişini hızlandırmak, yıkılışına yardımcı olmak için omuz omuza verip yüklenmek gerekiyor.