Savaş alanına dönüşen topraklarda bölünmeler giderek hızla artıyorken, özneler de bir o kadar çoğalıyor. Merkezi yeniden kuracak yeni bir dile gereksinim doğuyor. Bu da ütopyacı bir siyasetin parçası olarak şekilleniyor…
Nevin Ferhat-Kemal Baş
Toplumun yeniden dönüşümü ve buna bağlı olarak yeni bir bireyin ortaya çıkması için öncelikle ilişkilerin değişmesi ve bir ilişki formu olarak mekânın da yeniden tasarlanması gerekiyor. Denilebir ki, istenilen ve arzu edilen toplum şimdi-burada olmayan bir mekânla birliktedir. Zamansal ve mekânsal uzaklıktaki bu yerin saf bir imgeye benzediği bir an vardır: Ütopya…
Ütopyadan bilime varmak
Ütopya sözcüğü, Thomas More tarafından icat edilmiş olup birbirine zıt iki anlamı bir arada taşır. Bu sözcük bir taraftan iyi, bereketli bir yeri-toprakları imlerken, diğer taraftan haritada olmayan, gösterilmeyen bir yere karşılık gelir. Ütopyayı kavramsal düzeye taşıyan bu ikilemdir. Ütopya mevcut olanın dışında başka bir toplum ve başka bir gelecek tasavvur etmesiyle birlikte içeriğinde yer edinenin imkasızlığını bilinir kılar. Örneğin, ütopyayla ilgili metinlerinden biri olan “Yeni Atlantis”, olmayan yere, o yerin bilgisine ve deneyimine bilim ve teknikten ziyade talihin sayesinde erişebileceğimizi söyler. Bilimin ve tekniğin araçları “imkansızlıkta” talihin oyuncakları haline gelir. Ütopyanın mekanı bu yanıyla talihin alanıdır. Bu noktada Machiavelli’nin talihe dair şu sözünü hatırlamalıyız: “Talih-fortuna, ona karşı koyacak örgütlü bir gücün olmadığı yerde gücünü gösterir ve etkilerini onu zaptedecek setlerin ve bentlerin yapılmadığını bildiği yerlere yöneltir.” Bu süreç, ütopyadan bilime varacaktır.
Bilimden ütopyaya varmak
Diğer taraftan bilimden ütopyaya varan başka bir seçenek daha vardır. Bilimin ve tekniğin adım adım kendi idealini-tasarımını cisimleştirmeye çalıştığı bu seçenekte talih yerini erekle yüklenmiş olan tarihe bırakır. Bu tarih öyle talih gibi zapt edilmez değildir, bir ruh, bir bilinç olarak mümkün dünyaların en güzelini gerçekleştirmek için ayarlanmıştır. Böylelikle ütopyanın mekanı talihten tarihe doğru yer değiştirir. Bu bilincin tersine çevrilmiş bir biçimi olarak Marksist tarih anlayışında ise bir tini temsil eden ve onun taşıyıcısı olan insanı değil, tersine bizzat doğal yaşamını sürdürmek için araçlar üreten, yani tarih yapan insanı görürüz. Tarih yapmak, erekten ve saklı mükemmellikten soyunmuştur. H. Marcuse’ün “Ütopyanın Sonu” adlı metninde dile getirdiği üzere, “günümüzde somut dünyanın, insan yaşamının herhangi bir formu, teknik ve doğal çevrenin herhangi bir dönüşümü bir mümkünlüktür ve bu mümkünlüğün yeri ise tarihseldir. Bugün, dünyayı cehenneme çevirme kapasitesine sahibiz ve tam da bunu yapmak üzereyiz. Diğer yandan, dünyayı cennnete çevirme kapasitesine de sahibiz. Bu, ütopyanın sonu, yani belirli sosyo-tarihsel mümkünlükleri reddetmek için ütopya kavramını kullanan teorilerin ve düşüncelerin çürütülmesi anlamına gelir. Aynı zamanda, insan ve çevresi için yeni mümkünlükler artık eskinin bir devamı olarak, hatta onlarla aynı tarihsel devamlılıkta var olarak düşünülemeyeceğinden bu tam amlamıyla ‘tarihin sonu’ manasına gelir.” Aslında Marx, ütopyanın sonunu Marcuse’den önce ilan etmiş, lakin bu tarihin sonu değil, tarihin başlangıcıdır. Marx’ın “Feurbach Üzerine Tezleri” ve Engels ile ortak çalışması olan “Alman İdeolojisi”, ütopyanın ve ütopyayla ilişkili teorilerin bir reddiyesini içerdiğini de vurgulamalıyız.
Ütopyayı mümkün kılmak
Toplumsal değişimler bir mümkünlük olarak karşıt halleriyle çağımızda yer ediniyor olsa da, gerçekleştirilmesi mevcut koşullarda imkansız ve imkansızlıkla çevrelenmiş olan ütopya kavramı içeriğini korumaya devam ediyor: E. Bloch “imkansızlık” idesinin yerine ütopik bilinci açığa çıkartan “henüz olmamış”ı önerir. Bu sayede ütopyanın içerdiği imkansızlık manası aşkınlık düzleminden çıkarak reel bir mümkünlük olarak ifade bulur. Ütopik bir görü-(seziş) ile düşünmüş olan bir ütopyacı da kâhinden ayrılır. Özetle, yüzyıllar geçse de, ütopyanın sonu ilan edilse de, hep aynı kıyıda düşünce ile gerçekliğin karşıtlığında dönüp dolaşıyoruz. Tıpkı bir yüzü geçmişe, diğer yüzü geleceğe bakan Janus gibi. Benzer bir şekilde tarihin değişmez görünen akışında, ütopyanın ideolojinin başka bir vehçesi olduğunu görürüz. Egemenin zihin içeriği olarak ideoloji, somut gerçekliği geçmiş bir arzunun izinde ele geçirmeye çalışmasına karşın mevcut koşulları bütünüyle kavrayıp dönüştüremez. Bu bakımdan ideoloji henüz tamamına ermemiş bir vaad olarak geleceğe aktarılır. Başka bir şekilde ise bu, toplumdaki keskin sayılabilecek geçişleri veya dönüşümleri sağlamak adına ütopik fikirlerin dolaşıma girmesi manasına gelir. Nihayetinde ütopya da ideoloji gibi düşünce ile gerçeklik arasındaki karşıtlığı aşmaya çalışır. Kanaatimizce bunu gerçekleştirmesinin koşulunu da saçmanın üreteceği toprakta bulur. Bu toprak, mümkünlüğün, uyumlu ve uyumsuz bir aradalıkların biçimsiz toplamıdır. Ütopyanın en önemli özelliği buna saçma kavramını da ekleyerek söylemeliyiz ki, bizi başlangıca doğru itmesidir. Bu başlangıç fikrinde yatan ise mevcut olanın-siyasetin sonunun geldiğidir. Bu noktada, Rancière’in siyasetin sonuna dair söylediklerini hatırlamak yerinde olacaktır:
“Belli bir siyasetin sonu fikri kendini şöyle ortaya koymaktadır: üretimle ve bireylerle grupların üremesiyle ilgili tüm etkinlikler nasıl sekülerleştiyse siyaseti de öyle sekülerleştirmek; iktidara bağlı yanılsamaları, bir özgürleşme programı ve mutluluk vaadi olarak sunulan iradeci siyaset sanatı temsiline bağlı yanılsamaları terk etmek. Siyasal potestas’ı (erk) herhangi bir fikrin imperium’unun (egemenlik) ya da bir grubun telos’unun içine yedirmekten vazgeçmek; bunun yerine, siyasal potestas’ı çalışma, mübadele etme ve keyif alma türü sekülerleştirilmiş etkinliklerin gücüne yaklaştırmak; dünyanın ritmleriyle, şeylerin akışıyla, enerjilerin, arzulann ve enformasyonun dolaşımıyla eşzamanlı bir siyaset pratiği tasarlamak.” (1)
Vaadsizliğin vaadi
Siyasetin sonu, minimal yaklaşımlar çerçevesinde mevcut olanın arzularına göre biçimlenen ve büyük ereklerden sıyrılmış bir dönemi işaret ediyor. Peki, vaadsizliğin bir vaad olarak göründüğü bu dönemde ütopyanın kendisine daha çok yaklaşmıyor muyuz? Dahası, siyasetin sonunu takip eden süreçte gerçekleşen/gerçekleşecek bölünme ve merkezsizleşme ütopik olanın reel-mümkünlüğünü sağlamak için bir koşula dönüşmez mi? Bu soruları, Türkiye’nin Suriye’de, Kuzey ve Doğu Suriye-Rojava’da, Güney Kürdistan’da, Irak’ta ve Libya’da yürüttüğü operasyonlar çerçevesinde düşünebiliriz. Bununla birlikte, bütün bu olup biteni Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Yassıada-“Demokrasi ve Özgürlükler Adası”nın açılış töreninde söyledikleri ile bir arada düşünmek gerekiyor: “Bize ne diyorlar? Suriye’de, İdlib’de, Libya’da ne işimiz var? Buralarda ne işimizin olduğunu çok kısa zamanda çok çok iyi anlayacaksınız.”
Özneleri buluşturmak
Savaş alanına dönüşen topraklarda bölünmeler ve bununla ilişkili olarak coğrafi-politik sınırların sayısı giderek hızla artıyorken, özneler de bir o kadar çoğalıyor. Dolayısıyla merkezi yeniden kuracak yeni bir dile gereksinim doğuyor. Bu da ütopyacı bir siyasetin parçası olarak şekilleniyor.
Yukarıda da belirtildiği gibi, ideoloji ile ütopya bir ve aynı zamanda aynı topos’ta yan yana durur. Erdoğan kendi çağının Utopus’u mudur bilinmez, lakin savaş atını koşturduğu topraklarda yaşayan halkların aşağıdaki sözleri söylemeyeceği kesindir:
“Eskiden Yok-ülkeydi adım, ücralardaydım,
Şimdi ise Plato’nun devletiyle aşık atarım,
Belki ondan bile üstünüm, boş sözlerle karalanan
ne varsa çünkü o kitapta,
Ben insanlarla, kaynaklarla, en iyi yasalarla canlandırdım:
Yaşanası-yer denmeli bundan böyle bana, bu benim hakkım.” (2)
1-Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, 1. Baskı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, 2007, s. 20.
2-Thomas More, Ütopya, 3. Baskı, çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, 2014, s. 29.