Pandemi öncesi küresel ekonominin hızlı bir ‘toparlanma’ yaşadığına ilişkin mevcut birçok ‘tez’ ve kurumsal bazı tahminler bulunmasına rağmen, birçok eleştirel gözlemci, kapitalizmin küresel ekonomik krizinin, yakın tarihimizin en büyük reel krizlerinden biri olan Lehman Brothers’ın çöken modeliyle benzer bir paralellik gösterdiğini zikretmekteydi. Baz aldıkları temel teorik tezlerin yanı sıra, 1980’lerde Thatcher ve Reagan tarafından Keynezyen iktisat politikaları üzerine kurulan Ortodoks iktisadi öğreti ve onun savurgan ve aşırı şişirilmiş idari aygıtlarının verili olgularıydı.
Bu süreci özellikle “Müdahaleci Devlet” anlayışının tekrardan dünyada önem kazanmaya başladığı bir zaman kesiti olarak görmek gerekir. Dolayısıyla bu politikaların bir sonucu olarak devletin hem ekonomideki rolü hem de güç kullanımı işlevi dünyada daha da etkinleşmiştir. Buradan hareketle ortaya çıkan aygıtsal tahakküm ve yeni toplumsal sorunlar birçok Marksist düşünürü yeni çözüm arayışlarına yöneltmiştir.
Küreselleşme kisvesi altında artan yetki alanları devlet kurgusunu daha da güçlü kılarken kamu yönetimi olgusunu da tartışmaya açmıştır. Özellikle güvenlik düsturu üzerine inşa edilen büyüme teorisi ve onun politik saiklerinin eleştirel düşün dünyasını tekrardan düşünmeye sevk ettiğini söyleyebiliriz. O günkü analitik çaba ve öngörüler bugün küresel ölçekte doğrulanmış durumdadır. Neoliberal dönem öncesi ekonomi politiğinin maksimlerine, disiplinler arası kuram ve kapitalist sistemin eleştirilerine dayanan o savları bugün için de geçerlidir. Nitekim kapitalist ekonomi sisteminin akümülatif modelini baz alan Brothers’ın çöken sermaye birikim sistemi, salt iktisadi düzlemde olduğu için ekonomi politiğin krizlerini sarmalayan nitelikte olmadığını biliyoruz. Gelinen noktada toplum ve iktisadi bilimlerin bütününden hareket etmeyen ve politik düzenleyici yapının tamamını sarsmayan hiçbir modelin başarıya ulaşma şansı yoktur. Dolayısıyla salt ekonomik gerilim aksında kalan buhranlar da doğaları gereği kaçınılmaz olurlar.
Bir zamanların hegemonik paradigma maksimleriyle, pıhtılaşmış birikim yapıları ve sınıf çatışmaları üzerine bina edilen klasik kuramsal formlarla krizlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Artık her yeni büyük krizin yeni bir kapitalist gelişme çağını doğurmayacağını, yeni bir çerçevede ve yeni diskurlarla oraya koymak gerekir. Yani “yapısal” odaklı olarak ekonomi politiğin dengelerine bakmak lazım, döngüsel olana değil. Nitekim Antonio Gramsci, düzenleyici teorisinden (regülasyon teorisi) çok önceleri, ekonomik dalgalanmaların ve krizlerin burjuva yönetim aygıtının [göreceli] sabit biçimlerini (organik krizler) değiştireceğini söylüyordu.
Bu bağlamda, hem 1930’ların büyük buhranı hem de 1974/75’in büyük kriz bunalımlarını hatırlamakta fayda vardır. Birincisi, artan devlet müdahaleciliğinin uygulanmasının yolunu açtı, emek hareketinin kurumsal gücüne sahip karışık bir ekonomi – “ekonominin siyasallaştırılmasına yönelik eğilimin tam olarak ileri sürüldüğü” bir gelişme (Ziebura) ikincisi, bu “gelişme tipini” hazırladı ve “neoliberal karşı-devrimin” önünü açtı (Deppe). Nitekim Buci-Glucksmann ve Therborn fordist kapitalizm ve Keynesyen devlet analizlerinde, bu tür “büyük dönüm noktalarının” her şeyden önce “emek hareketi tarihi ve devletle ilişkisinin çok önemli” olduğuna 1980’lerin başında dikkat çekmişti. O gün olduğu gibi bugün de mevcut krizi belirlemeye yönelik birçok girişim bu tür yorumlayıcı örüntülere dayanıyordu. Lakin her kriz dalgası “işçi örgütlerinin yeni birikim rejimlerini ve yeni kapitalist düzenleme biçimlerini uygulamadaki rolü” sorununu gündeme getirmektedir. Krizin üstesinden gelmek için bazı stratejiler açısından “devletin dönüşümü” neoliberal dönemin sonu demekti. Finansal piyasaların yeniden düzenlenmesi taleplerinin zirveden inişe geçtiği izlenimi bulunmaktadır. Ayrıca, “turbo-kapitalist-model” ve rekabetçi korporatist ittifaklar gibi ihracata dayalı “büyüme modelleri”yle krizin üstesinden gelmek artık akla yatkın görünmemektedir.
Bu sebeple krizden kurtulmak için gerilim hatlarını kışkırtmak yerine, sosyal ve ekolojik olarak yeniden yapılanmanın zaruri olduğunu idrak etmek gerekir. Hatta bunu kapitalist üretim tarzının son krizinin başlangıcı olarak bile görmek mümkündür. Bu temel çerçeveden Erdoğan rejimine baktığımızda da; Erdoğan’ın keskin bir polarizasyon siyasetine bağımlı olarak iktidarda kaldığı hep konuşulurdu ama Ayasofya hamlesiyle beraber ne denli bir acizlikle karşı karşıya olduğunu bir kez daha göstermiştir. Zira Türkiye’nin toplumsal gerilim hatları ne kadar keskinse, Erdoğan’ın ülkedeki çıkarları için o kadar iyidir demektir. Din ve fetih kisvesi altında ilhak edilen Ayasofya salt ekonomik krizi erteleme veya dikkatleri başka yöne çevirmek değildir, hem yapısal olarak dönüşüm becerisini kaybetme hem de küresel ekonomik döngünün dışında kalmasının bir kanıtıdır.
Başta turizm ve ekonomik yatırımlardan gelecek milyarlar olmadan, hükümet ve Erdoğan’ın tahminlerimizden daha büyük bir sıkıntı içinde olduğunu, adalet ve refahtan uzaklıklarını görmekteyiz. İç dinamikler üzerinden sağlanan despotik kontrol, Erdoğan’ın dış dünyaya bağımlı olmadığını göstermez. Bugün dünyada tartışılagelen en önemli temalardan biri de refah devletine dönüş, riskten korunma fonu yerine işçilere fayda sağlayan küresel ekonominin sosyal şekillenmesi ve ekolojik olarak uyumlu ve demokratik sürdürülebilir ekonomi politika seçenekleridir. Bu da dünyada adaletin, eşitlikçi gelir dağlımı ve katılımcı demokrasinin mümkün olduğu anlamına geldiği gibi yeni bir çağın başlangıcı için de yeni bir işarettir. Dolayısıyla sömürünün hakim olduğu değil, yenilikçi ve adilane bir yaşama dayanan bir dünya tasarımı her zamankinden daha elzemdir. Eğer düzenleyici perspektiflerle politik yeni bir aks inşa edilirse müdahaleci devlet anlayışı sonlanacaktır. Böyle etkin bir perspektifin oluşması durumunda, tarih uzun bir zaman sonra yeni bir çağın doğuşu için yeni bir sayfa açacaktır.