İlkokul yıllarında öğretilen tarih dersine itibar edersek, Türklerin dört yanı dağlarla çevrili anayurtlarını doğal bir felaketten, kuraklıktan ötürü terk ettiklerini söyleyebiliriz. Orta Asya steplerini kuraklaştıran atalarımız, yollarını sonradan adını Asena olarak anacakları bir dişi kurdun izini sürerek bulmuşlar. O dişi kurda o denli minnet bulmuşlar ki, o günden itibaren sanki genetik bir pusula edinmiş olsunlar, yönlerini sürekli batıya çevirmişler. Koskoca bir kavim olarak çıktıkları bu yolculukta karşılarına çıkan kentleri teker teker istila etmiş, zenginliğini talan ettikten sonra da genetik pusulanın işaret ettiği yönde yollarına devam etmişler.
Bu mitolojik tarih anlatısında, bilimsel tarihin gereksinim duyduğu ‘ne zaman’ veya ‘nasıl’ sorularının yanıtı genellikle yoktur. Yoktur, zira kaynaklara ve verilere dayanan tarih anlatımı ancak 1071 yılında Malazgirt ovasında Romalılarla girişilen savaş yeni bir milat olacaktır. O tarihten 5, 10, 50, 100 ve daha da eski yıllara dair bilgiler eksiktir. Örneğin Malazgirt’e varıncaya kadar hangi şehirler istila edilmiştir sorusunun karşılığı kocaman bir boşluk olarak durmakta.
Milat olarak belirlenen tarih, bu yolculukta yeni tanışmalar yaşandığının, buna bağlı olarak da Şamanizm’den İslamiyet’e geçişin de ipuçlarını barındırır.
O güne değin basit bir çapulculuk olarak değerlendirilen istila ve yağmalar aniden kutsal bir anlam edinirler. Asırlara dayanan istila ve yağmacılık aniden ‘İslam adına fetih’ gibi bir anlam yüklenerek yüceltilir. Şimdi artık çapulculuğun bir meşruiyeti vardır. Ganimet yağmadan çıkmış, kılıç hakkına dönüşmüştür.
Biz kavimler göçünü doğudan izlerken, aynı yıllarda batıda da benzer eylemlilikler yaşanmaktaydı. Örneğin Avrupalılar da bütün bir kavim olarak göç etmeseler de, yerleşik bir düzende medeniyet kursalar da başka ülkeleri din adına fethetmek, zenginliklerini gasp etmek, insanlarını çalarak köleleştirmek konularında aynı dürtülerle hareket etmekteydiler.
Türklerin batıya doğru seferi Viyana bozgunu ile sekteye uğradı. Ermenistan’ın, Pontus ve Kilikya krallıklarının, Kürdistan’ın ve Asuri ülkesinin makûs tarihini belirleyen de Viyana bozgunu oldu. Eğer Viyana surları aşılabilseydi, Anadolu toprakları da bir badire atlatmış olarak kendi yolunu yeniden kurabilirdi.
Türk siyasi aklı Viyana kuşatmasının bozgunla sonlanmasından sonra ilk kez bir durum değerlendirmesi yaptı. İlk kez sahip olduğu bölgeyi yurt edinme kaygısına kapıldı. Bu da coğrafyanın talihsizliği olarak tanımlanabilir. Asırlar sonra edinilen bu yurt da şimdi Orta Asya’daki anavatanın kaderini yaşamaya hazırlanıyor. Orta Asya steplerinden Osmanlıya, ardından Cumhuriyete, oradan da günümüze uzanan zaman diliminde sıra Anadolu’yu çoraklaştırmaya geldi. Beşeri anlamda ulus devlet dayatmasıyla büyük oranda başarılan bu çoraklaştırma şimdi artık ülkenin doğasına, dağlarına, derelerine, yer altı ve yer üstü kaynaklarının talanına yönelmiş bulunuyor.
Ekümenik Patrikhanenin Amerika temsilcisi Başpiskopos Elpidoforos, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması kararını yorumlarken “Türkiye dünyaya açılan penceresini kapattı” dedi. Esasen Türkiye son 200 yıldır benimsediği batılılaşma siyasetiyle doğuya bakan penceresini yıllar önce kapatmıştı. Şimdi ise batıya bakan pencereyi kapatmakla meşgul. Böylece AKP iktidarının murad ettiği ‘değerli yalnızlığa’ bir adım daha yaklaşmış oluyoruz.
Ancak günümüz Türkiye toplumunun gen havuzu artık Orta Asya’dan yola çıkan o efsanevi ataların özelliklerini taşımıyor. Bugünün insanlarını o değerli yalnızlığa hapsetmek pek mümkün olmayacak. Nitekim öncelikle eğitimli genç kuşak, git gide çelik bir kafese dönüşen ülkelerinden kaçmanın yollarını aramakla meşgul. Türkiye beyin göçü ile yaşam damarlarını kaybeden bir ülke durumuna geldi.
Mevcut siyasi akıl artık ortalama Türkiye insanının beklentileri karşısında çözüm üretmekten çok uzak. Ancak salt toplumun tercihi ile iktidarı bırakmaya da niyetli görünmüyor.
Ayasofya’nın ibadete açılması, toplumun beklentileri açısından fazlaca bir değer taşımıyor. Yarın seçim mitinglerinde bu kararı bir başarı olarak sunmak kimseyi ikna edemeyecek. Hayatın gerçekliği yüksek işsizlik rakamları ve enflasyon verileriyle tanımlanıyor.