‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ diyen Meşrutiyet’in Eğitim Bakanı Emrullah Efendi’nin zamanı çoktan geçti. Şimdi artık ‘ileri demokrasi’deyiz ve yeni bir deyim var: ‘Gazeteciler olmasa memleketi ne güzel idare ederdim!’
M. Ender Öndeş/İstanbul
1969 sonbaharındayız… Vietnam’da My Lai köyünde katliam yapmakla suçlanan Teğmen William Calley’in avukatını kısa bir görüşme yapmaya zar zor ikna eden gazeteci, Avukat George Latimer’in ağzından girip burnundan çıkarak birkaç bilgi kırıntısı almayı başarmıştı. Avukat, müvekkilinin 150 sivil Vietnamlıyı öldürmekle suçlandığını ağzından kaçırmıştı ki, bu, Pentagon’da sır gibi saklanan bir bilgiydi. Gazetecinin her konuştuğu yetkili “aman bu işe bulaşma, ordu çok yıpranır” diyordu. Sonunda, avukatın bürosunda ölenlerin sayısının 150 olduğunu öğrenince (ki aslında çoğu kadın ve çocuk yaklaşık 500 kişiydi!) şoka uğradı. Bu arada, avukatın bir telefon görüşmesi için ofisten çıkması bir mucizeydi. Bütün belgeler masanın üstündeydi, gazeteci masanın öbür yanında olduğu için kâğıtları tersten görüyordu ama okuyup not almayı başardı. Haber, 30-40 gazete ve dergide birden patladı. Ardından fotoğraflar da gelince iş iyice büyüdü.
O gazetecinin adı, Seymour Hersh’ti ve 1970’te bu haberiyle Pulitzer Ödülü aldı. Ama Amerikan hükümetleri hiç sevmedi onu. Niye sevsinler ki? Bir çuval inciri mahvetmişti! Tam da ABD ordusu Vietnam’da “Son teröriste kadar” stratejisini uygulayıp savaşı kazanacakken…
İşleri güçleri limon sıkmak
“Pişmiş aşa su katmak”, “tekere çomak sokmak” gibi kavramlar, öteden beri gazeteciliği tanımlamakta kullanılır ve doğrudur da. Onlar olmadan hayat nasıl da pembedir oysa. Bütün savaşlar ‘uslu’ gazetecilerle kazanılır, Sarıkamış’ta 90 bin askerin donarak öldüğü gün, “düşmana kahredici darbeler’ manşeti atan Babıali basını öyledir mesela. İşi bozan ise hep aykırı gazetecilerdir. Onlar olmasa örneğin, Türkiye’nin IŞİD’le hiçbir alakası yoktur, sınırlardan kamyon kamyon malzeme geçmemiş, sınır kentleri cihatçı istasyonu olarak kullanılmamıştır, Efrîn halkı zeytinini gönüllü vermektedir, yakalanan IŞİD’çiler Türkiye ile ilişkileri üzerine hiçbir şey anlatmamıştır, Libya’da ise cihatçı çeteler değil ‘yardımcı unsurlar’ vardır, Süleymaniye Kûnemasî köyünde piknik yapan insanlar değil ‘teröristler’ vurulmuştur, vs. vs…
‘Bakın burası çok önemli’
Sadece savaşlarda değil ama. Genel olarak da kilometre kareye sıfır gazeteci düşen ortamlar her zaman iyidir. Mesela Türkiye’nin ekonomisini ‘yöneten’ Hazine ve Maliye Bakanı, 2019 Kasım ayında enflasyonun 2020’de yüzde 8,5’a, 2022’de ise yüzde 4,9’a düşmesini beklediklerini söylemişse ve 2020 enflasyonu daha şimdiden TÜİK’in bütün ayarlamalarına rağmen yüzde 13’e gelip dayanmışsa, en iyisi bunu hiç hatırlamamaktır! Gazeteciler olmasa gerçekten hatırlanmayabilir de.
Aynı bakan, işsizlik rakamları almış başını giderken “En kötü dönem geride kaldı” diyebilir mi? Tabii ki diyebilir. Ama gazeteciler olmasa daha rahat diyebilir. Hatta ‘uyumlu’ bir gazeteci haberi şöyle de verebilir: İş bulanların oranı yüzde 85’i aştı!
Ya da örneğin, bir ekonomi gazetesinde şöyle bir manşet görseniz, ne düşünürsünüz: “Borsada yabancı payı, 16 yıl sonra yüzde 50’nin altında!” Ne güzel değil mi? ‘Yerli’ ve ‘milli’ bir borsamız varmış artık. Peki, bu, yabancı yatırımcıların ülkeden çekildiği anlamına gelir mi? İşin orası, tam da ‘münafık’ gazetecilerin işidir!
Muasır medeniyet seviyesi!
Ülkeyi ‘tek başına’ yöneten kişi, “Özellikle son dönemde hayata geçirilen uzun vadeli politikalar ve verilen büyük emekler sonucunda eğitim alanında ulaştığımız seviye memnuniyet vericidir” diyebilir örneğin. Ne gereği var bu sözlerden sonra PISA raporunu kurcalayıp manşet yapmanın? Raporda Türkiye’nin OECD ortalamasının çok altında kaldığı yazıyor olsa da bunu haber yapmanın gereği nedir gerçekten?
Ya da yine aynı kişi, Türkiye’nin yükseköğrenim alanında da özellikle son 17 yılda çok büyük bir başarıya imza attığını anlatırken siz tutup Times Higher Education (THE) 2020 Dünya Sıralaması rakamlarını verirseniz, çok ayıp etmiş olmaz mısınız? O rakamlara göre, sıralamada Türkiye’den sadece 34 üniversite vardır ve onlar da ilk 500 ve binden sonradır. İlk 500 içinde 2, ilk bin içinde sadece 11 üniversite vardır.
Albayrağımız Antarktika’da!
Normal vatandaşlar olarak ülkenin Sanayi ve Teknoloji Bakanı çıkıp, “Antarktika’da al sancağımız göndere çekildi. 3. Ulusal Antarktika Bilim Seferi kapsamında Türkiye’nin beyaz kıtadaki geçici üssünü kurduk” dese sevinmez miyiz? Seviniriz tabii. Limon sıkanlar olmasa daha çok seviniriz. Haber gerçektir çünkü. Horseshoe Adası’nda Türk Bilimsel Araştırma Kampı gerçekten kurulmuştur. Peki, 1961’de devreye giren ve Türkiye’nin 1995’te dâhil olduğu Antarktika Antlaşması’nda güzel ülkemizin oy hakkı olmaksızın gözlemci statüsünde olduğunu yazmanın alemi var mı? Tam da ‘albayrağımız’ dalgalanırken?
İstikbal uzaydadır!
Şöyle şeyleri sık sık okuruz mesela: “Uzayda etkin güce sahip olmayı hedefleyen Türk Silahlı Kuvvetleri, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı’ndan sonra beşinci kuvvet ‘Türk Uzay Kuvvetleri’ önemli çalışmalar yapıyor…” Heyecan verici! Erdoğan 2018 seçim kürsüsünden de söylemişti zaten uzaya bir an önce ulaşmak istediklerini. Ama sonra, birden bir gazeteci 2005 yılındaki MGK toplantısının kararlarını bulup çıkarır ve yine hüsran! Meğer 2005’te Milli Güvenlik Kurulu’nda kabul edilen Ulusal Uzay Araştırmaları Programına göre 2012’de uzay üssü inşa edilmesi, 2014’te de kuyruklu yıldızın keşfi hedefleniyormuş. 2015 hedefi ise net: Uzaya Türk astronot gönderilecek! Üstelik bunun için 1 milyar 125 milyon TL ödenek ayrılmış. Para nerede belli değil ama astronot şimdilik sadece Cem Yılmaz filmlerinde var!
40 milyona ne oldu?
Bir başka seçim öncesi hevesi de ‘yerli otomobil’dir. Yine Davutoğlu konuşuyor ve yine 2015 seçimleri öncesindeyiz: “2015 Ağustos’unda ilk prototip üretim, 2016’da inşallah ilk filo üretimi gerçekleşecek.” Erdoğan’ın 2011’deki ‘yerli otomobil’ çıkışının üzerinden ise 10 yıl geçmiş.
Bu arada, İsveçli Saab’dan 40 milyon Euro’ya satın alınan platform ve TIR’larla getirilen kamuflajlı araçların ne olduğunu hiç sormayın: Onlar şu anda sadece çöp!
Hep kıskanıyorlar hep!
En önemli sorun ise şüphesiz Batı’nın bizi kıskanması. Ta 2016’da söylemişti Erdoğan: “Batı bizi niye kıskanıyor? İşte bu barajlardan ötürü, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden ötürü, boğazın altından geçen Marmaray tünelinden, metrosundan ötürü kıskanıyor.”
İlk metrosu 1863’te açılan Londra halkı buna şaşırabilir, en uzun metro sistemini kullanan Şanghaylılar komik bulabilir, en fazla istasyona sahip olan metro sistemi olan New York ahalisi ise ciddiye bile almayabilir ama bu yine de hepsinin bizi kıskandığı gerçeğini değiştirir mi?
Demiryolu ölüm yolu
Bir ülkenin Cumhurbaşkanı, “Demiryoluna daha önce önem verilmediği kadar önem veriyoruz” derse, kim itiraz edebilir? Sanırım sadece gazeteciler. Yemezler içmezler, hemen oturup 2002-2019 arasındaki ölümlü tren kazalarının uzun bir listesini çıkarırlar: Bin 678 kişi! Bu, Cumhuriyet tarihi bakımından bir rekordur ve çoğunun nedeninin demiryollarındaki özelleştirme olduğu kanıtlanmıştır. En sonuncu olan Çorlu faciasındaki geçit fotoğraflarıysa, arşivlerde hala duruyor.
Oksijen bitti, boğuluyoruz
“Adaletin olmadığı yer oksijensiz dünya gibidir” diyor yine ülkeyi tek başına yöneten kişi. Daha birkaç ay önce söyledi bunu ve aynı gün yapılan ORC anketinde yurttaşların sadece yüzde 11.7’si “adalete güveniyorum” demişti. “Adaletin küçüldüğü yerde zulüm büyüyor demektir” sözünü de aynı günlerde söylemişti ve tam da o aralar, yani geçen yılın 30 Mayıs’ında, yeni cezaevi projeleri birbirini izliyordu. 2019 yılında açılan 14 yeni cezaevi ile AKP’nin 14 yılda açtığı cezaevi sayısı 178’e çıkmıştı zaten ve 2002’de 59 bin 429 olan cezaevi nüfusu 2020’de 300 bine gelip dayanmıştı. 2023 hedefleri ise şimdiden belli: 228 yeni cezaevi!
Fazla özgürlük de zarar
Peki, basının bütün bu ‘haince’ davranışlarına rağmen yine de özgür olması normal mi? Şüphesiz değil. “Türkiye’de basın özgürlüğü, Batı’daki pek çok ülkeden daha fazla” diyen Cumhurbaşkanı yanılıyor olamaz. Evet, sadece ‘Erdoğan’a hakaret’ten 30 bine yakın soruşturma açıldığı, 6 bine yakın insana ceza verildiği de doğrudur ama elbette bu bir kişisel meseledir. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) 2019-2020 raporunda 85 gazetecinin tutuklu olduğunun iddia edilmesi, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye’yi Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 154’üncü sırada sayması ise ancak “Türkiye düşmanlığı” ile açıklanacak durumlardır.
Bütün suç gazetecilerin
Kısacası, gazetecilerin, özelikle de gerçek gazetecilerin sadece varlığı bile ‘ileri demokrasi’ düzeninde çok ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. Onların olmadığı bir gezegen, bütün dünyadaki siyasal iktidarlar gibi Türkiye’deki AKP-MHP iktidarı için de arzulanabilir bir şey. Onlar olmasaydı Roboski’de öldürülenlerin ‘terörist’ olduğunu kanıtlamak daha kolay olurdu mesela; Kilyos mezarları hiç açılmazdı, Kemal Kurkut ‘bir arbede sırasında yanlışlıkla vurulmuş’ olur, Dargeçit kuyularından tek bir kemik parçası çıkmaz, Kayyumların çerez paralarından kimsenin haberi olmaz, Libya’daki ‘muhteşem zaferler’ lekelenmez, Kuzey Suriye’deki Kürtlerin yediden yetmişe terörist oldukları konusunda hiçbir tereddüt yaşanmaz, Trump’ın ‘akıllı ol’ mektubundan kimsenin haberi olmaz, ‘one minute’nin arkasındaki ekonomik ilişkiler kimsecikler tarafından bilinmezdi.
Böyle bir Türkiye, gerçekten de, ne kadar güzel olurdu… Pembe, temiz ve apaydınlık…
Biz yaptık! Hepsini biz yaptık!
Her şeye burnunu sokan gazetecilerin en büyük eğlencesi ise Erdoğan’ın seçim konuşmalarındaki ‘küçük’ yanlışları dilllerine dolamak. Böylece onun yaptıklarını küçümsemek ve devleti yıpratmak istedikleri ise çok açık.
O ‘küçük’ yanlış anlamalardan bazıları şöyle:
* “İzmir Havalimanı’nı biz yaptık”
İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nın açıldığı tarih 1987.
* “Isparta’ya üniversiteyi biz getirdik”
Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nin kuruluş tarihi 1992.
* “Adıyaman Havalimanı’nı biz yaptık”
Adıyaman’daki havalimanının yapılış tarihi 1998.
* Muş Havalimanını biz yaptık”
Muş Havalimanı’nın açılış tarihi: 1992
* “Esenboğa Havalimanı’nı biz yaptık”
Esenboğa Havalimanının açılış tarihi 1955
* “Sıvas’ta bizden önce üniversite yoktu”
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nin kuruluş tarihi 1974
* “Zonguldak’ta üniversite yoktu”
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’ninin kuruluş tarihi: 1992
* “Halk Ekmek fabrikalarını ben kurdum”
Halk Ekmek’in kuruluş tarihi: 1977
* “MR cihazını Türkiye’ye biz getirdik”
MR cihazlarının geliş tarihi: 1989
* “Başakşehir Futbol Takımını ben kurdum”
Takımın kurucusu Nurettin Sözen, tarih 1990
* “Tek partili döneminde 75 kişilik sınıflarda okudum”
Erdoğan’ın doğum tarihi: 1954
Sahi, o bilet ne oldu?
Yeni parti kurduktan sonra yırtıp atmış mıdır bilemiyoruz ama eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun cebinde şu anda bir adet ‘Konya-Yüksekova uçak bileti’ olması gerekiyor! 2015’te ‘yerli yolcu uçağı’ projesi ilan edildiğinde, kendisine ilk temsili bilet kesilmişti çünkü. Bol keseden nutuklara göre, tam da 29 Ekim 2019’da ilk yerli uçak uçacak ve Davutoğlu da ilk yolcu olacaktı. Sonrasını anlatması uzun, ABD’de kurulmuş bir şirket, havaya saçılan paralar ve her seçim öncesinde billboardları kaplayan ‘yerli uçak’ vaatleri… 2020 yılında ortada bir fabrika bile olmayabilir ama en azından bir bilet var; ona da şükür!