Profesör Kayıhan Pala bir halk sağlığı uzmanı. Uludağ Üniversitesi öğretim üyesi. Türk Tabipler Birliği [TTB] Covid-19 İzleme Grubu üyesi. Kendi alanında yetkin bir araştırmacı. Özel olarak halk sağlığını ilgilendiren konularda, genel olarak da sağlık politikalarıyla ilgili önemli eleştiriler, uyarılar yapan bir akademisyen. Hükümetin pandemiyi yönetme tarzına ilişkin de eleştiriler, uyarılar yapıyor. Velhasıl, asıl yapması gerekeni, işini yapıyor. Bir haber sitesine verdiği mülakatta söylediklerinden ötürü Bursa Valiliği İl İdare Kurulu, “halkı yanlış bilgilendirdiği ve paniğe yönlendirici açıklamalar yaptığı” gerekçesiyle savcılığa ihbarda bulunmuş. Ve fakat ihbarı değerlendiren Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma sonunda ‘görevsizlik’ kararı vererek dosyayı Uludağ Üniversitesi’ne göndermiş. Üniversite yönetimi, savcılığa ‘o işi sen yapmıyorsan, ben yaparım’ dercesine, Pala hakkında soruşturma açmış…
Bu kadarı Türkiye’de kapısında ‘üniversite’ yazılı olan kurumların ne menem şeyler olduğu hakkında fikir veriyor. Belli ki, üniversite yönetimi savcıdan daha savcı olduğunu kanıtlamak, iktidarın gözüne girmek için bu saçmalığı fırsata çevirmek istiyor… Oysa, gerçek bir üniversite yönetiminin bir üyesine yönelik bu tür bir saldırıya etkin bir itirazda bulunması, protesto etmesi, kendi üyesine sahip çıkması gerekirdi… Aslında Türkiye’de kapısında üniversite yazan kurumların ‘gerçek’ üniversiteyle bir ilgisi yoktur. Bizde üniversite denilen kurumlar, devlet aygıtının herhangi bir kurumundan farksızdır. ‘Kutsal devletin’ koruyucusu, sermayenin hizmetinde yapılardır aslında… Zaten özelleştirme saçmalığıyla da birer ticarethaneye, sınav ve diploma ticareti yapılan kapitalist işletmelere dönüşmekteler… Tabii böyle kurumlarda da bilimsel-entelleküel kaygılara yer yoktur… Özel okul, özel hastane, özel üniversite sahibi kapitalistin yegâne amacı kâr etmektir… Bu, toplumun geleceğini sermaye sahiplerine, kâr hırsıyla yanıp-tutuşan para babalarına emanet etmektir…
Bir bilim kurumu ne yapar? Ne yapması gerekir? Kendi alanına giren sorunlara dair ‘eleştirel bilgi’ üretmesi gerekir. Oradaki amaç ‘şeylerin gerçeğine’ nüfuz etmektir… Şeyleri anlamak, bilince çıkarmak da eleştiriyi varsayar… Tabii eleştirinin de ‘radikal eleştiri’ olması gerekir. Zira, radikal olmayan eleştiri, şeyleri anlamaya, bilince çıkarmaya değil, etrafında dolanmaya yarar… Bazı etkinlik alanları vardır ki, sıradan işlere, mesleklere benzemez. Benzememesi gerekir… Mesela öğretmenlik herhangi bir meslek değildir. Bir kişinin gerçek öğretmen sayılabilmesi için, öğrenmeyi sevmesi, öğretmeyi sevmesi, öğrenciyi sevmesi gerekir. Bu üçü yoksa gerçek bir öğretmenden söz edilemez… Bir kişinin üniversite üyesi sayılabilmesi için de bunlar gereklidir ama yeterli değildir. Üniversite üyesinin tecessüs sahibi olması, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe de sahip olması da gerekir. Aksi halde uzman yetiştiren bir uzman olmanın ötesine geçemez…
Üniversitenin de üniversite adını hak edebilmek için ‘özerk olması’ gerekir… Sadece devlet -siyasî otorite-karşısında değil, sermaye karışışında da özerk olması gerekir. Başka türlü söylersek, kendi kendini yönetmeyen bir kurum üniversite sayılmaz… Zira, bilimsel bilgi emir-komuta zincirinde üretilebilir bir şey değildir…
Türkiye’de ‘üniversite’ denilen kurumlar aslında meslek yüksek okulu olmanın ötesine pek geçemiyor… Resmî ideolojinin üretildiği, resmî ideoloji bekçiliği yapan kurumlardır… Resmi ideolojiyi, resmi tarihi eleştirmeye cüret edenleri barındırmaz… Asıl yapması gerekeni yapmaz. Mesela bugüne kadar insan haklarını, özgürlükleri, devlet terörünü, teşhir etmek üzere tek bir kurumsal ‘çıkış’ yapmamıştır. Bilen varsa söylesin… Ama devletten emir geldiğinde gereğini yapar… Doğal çevre tahribatı almış başını gidiyor. Ekolojik yıkım, doğa yağması insan havsalasını zorlayacak boyutlarda… O konuda akademinin hiç söyleyecek sözü yok mu? Tabii devlet koruyuculuğundan öyle şeylere vakit kalmıyor…
Açıkça anayasa ihlali demek olan bir avukatlık yasası çıkardılar ve avukatlar ayaklandı. Bu ülkede 87’si devlet, 45’i özel [vakıf üniversitesi diyorlar] 132 hukuk fakültesi var. Bir teki olsun bu hukuk ihlaline karşı iki satır bir şey yazdı mı? Bir deklarasyon yayınladı mı, tepki gösterdi mi? Bir hukuk fakültesi mezun ettiği avukatların akıbetine bunca yabancılaşır mı? Sadece hukuk fakülteleri değil, hiçbir fakülte, hiçbir üniversite hiçbir sorun hakkında bir tepki göstermez-gösteremez… Devletimiz öyle yaptıysa, demek ki bir bildiği var, diye düşünüyorlardır herhalde…
Bunları söylemek dünyanın başka yerlerinde durum matah demek değil elbette. Zira, üniversiteyle [akademiyle] ilgili tevatürün bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. Bu dün öyleydi, bugün de öyledir…
Üniversitelerin ‘evrensel bilimin’ üretildiği, her türlü düşüncenin filizlenip geliştiği, sınırsız tartışmanın yapılabildiği, evrensel-nesnel ‘bilim yuvaları’ olduğu söyleminin reel dünyada bir karşılığı yoktur. Bunlar egemenlik üreten yeniden üretilen kurumlardır. Son tahlilde sömürünün ve egemenliğin hizmetindedirler… Başlarda rejimin [devletin] egemen-resmî ideolojisini ve devlet aygıtının adamlarını [memurları] yetiştiriyorlardı. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği dönemden sonra sermayenin ihtiyacı olan “yetişkin işgücünü” de üretmeye memur edildiler… Bizdeki Batı’dakinin kötü bir kopyasıdır sadece… Eğer üniversiteler [akademiler] gerçekten evrensel bilimin üretildiği-yeniden üretildiği kurumlar olsalardı, dünya bugün bu halde olur muydu?
Türkiye’de hiçbir zaman adına lâyık bir üniversite, bir akademi olmadı ama, sayıları çok az da olsa, her zaman bilim namusuna, entelektüel dürüstlüğe sahip, bir akademiye yakışanlar hep vardı…