Gülcan Kılagöz/İstanbul
Kuzey Yarım Küre’de yaz aylarının başlamasıyla birlikte artış gösteren orman yangınları dünyanın diğer yarısında yerini sel felaketlerine bıraktı. Dünyanın bir tarafı yanıyorken diğer tarafı sel felaketleriyle boğuşuyor. Son 10 yıl içerisinde gözle görülür bir şekilde orman yangınları ve sellerde artış gözlendiğinin altını çizen bilim insanları bu olayların daha ciddi sorunların habercisi olduğunu söylüyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) iklim değişikliğine bağlı olarak sıcaklardaki artışın ölümlere yol açacak seviyelere çıkacağını öngörüyor. Bilim insanları yaşanan felaketlerin iklim değişikliğine bağlı küresel ısınmanın etkileri olduğu konusunda hemfikir. Aşırı yağışlar, başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede sel felaketleri ve haftalarca süren orman yangınlarına yol açmakta. Doğal alanların sömürülmesi insan yaşamını tehdit eden boyutlara ulaştı. İklim değişimi ile ortaya çıkan felaketleri konunun uzmanlarında da olan Aktivist Eleştirel İktisatçı Dr. Gaye Yılmaz ile konuştuk.
İklim değişiminin kapitalizmle bağı nedir?
Bir siyasal iktisatçı olarak kendi alanımdan konuşacak olursam, kapitalist toplumun üzerine inşa edildiği meta üretimine dayalı sistemin ekosistem üzerinde yarattığı geri dönüşsüz yıkımı anlatmam, yani, doğanın ekonomi politiğini analiz etmem gerekir. Diğer yandan, doğa bilimleri alanında yapılan çalışmaların da kendi içinde ikiye bölündüğünü görüyoruz. İklim değişikliği konusunda adeta iki karşıt lobi oluşmuş gibi bir görünüm vardır: bir tarafta iklim değişikliğinin kesinlikle var olduğunu iddia eden başta Birleşmiş Milletler olmak üzere çeşitli kurumlardan oluşan bir lobi; diğer tarafta ise iklim değişikliğinin “abartılmış bir iddia” olduğunu ileri süren lobi. Ne yazık ki, meseleye diyalektik bir perspektiften yaklaşanlar dışında iki lobi de farklı sermaye fraksiyonlarının çıkarlarına hizmet etmektedir. İklim değişikliği vardır diyenler yenilenebilir enerji lobisinden, yoktur diyenler ise fosil yakıtlar lobisindendir. Başka bir deyişle, son tahlilde bu ayrışma iki sermaye bloku arasındaki çatışmaya dönüşmüştür.
İklim değişimi nedeniyle yapılan ‘İklim Zirveleri’ hakkında düşünceniz nedir?
Nasıl ki Dünya Su Konseyi ya da Dünya Su Forumu gibi uluslararası yapılar, su varlıklarını korumayı amaçlıyormuş gibi yapıp, aslında sermaye gruplarına yeni yatırımları için envanter sunma işlevi görüyorsa, İklim Zirveleri de birikim olanaklarının giderek daraldığı günümüz koşullarında kapitalizm için yeni bir üretim ve Pazar alanı açmaktadır. Gerçekten de devletler arası iklim zirvelerinin ardından Sermaye-İklim Zirveleri (Business&Climate Summits) toplanmakta, hükümetler her iki zirvede de boy göstermektedir.
İklim değişiminin iktisadi etkileri hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Her ne kadar çeşitli bilim insanları ve aktivistler ekolojik yıkımın hızlanmasının kapitalizmin sonunu getireceğine dair kaygıları sıkça dile getiriyor olsalar da, “krizi fırsata çevirmek” konusunda pek maharetli olan kapitalist şirketler hızla bir “İklim Pazarı” oluşturmuş ve iklim değişikliğinin yaratacağı olası felaketleri nasıl sermayeye dönüştüreceklerinin planlarını yapmaya başlamıştır. Wigin (2014), “Siz küresel ısınma ve iklim değişikliği ile ilgilenmiyor olabilirsiniz, ama bilin ki bu ikili sizinle gayet yakından ilgileniyor” diyerek önemli bir gerçekliğe işaret ediyor. Biz, iklim değişikliği gerçek mi değil mi, ya da kapitalizmle ilişkili mi değil mi diye tartışırken, bugün iklim değişikliği alanında türev piyasalarında bile muazzam ölçekli finansal yatırımlar yapılıyor.
Bu yeni süreçte kutupların hangi devletler arasında, nasıl yeniden paylaşılacağı; hangi şirketlerin İklim Pazarı’nın hangi alanlarını alacağı konusunda hararetli müzakereler yürütülüyor. İsrail’in deniz tuzunu arıtma ve Alp’lerdeki kayak pistlerine sattığı kar üretme tesisleri, Sudan’daki çiftlikleri satın alan Wall-Street şirketleri, sellere karşı mücadele etme iddiasıyla piyasaya dâhil olan Hollanda şirketleri, tuza dirençli olarak üretilen genetiği ile oynanmış tohumlar, sivrisinek popülasyonunun ve menzilinin artışı sonucunda hızla yayılmakta olan Dang humması ve buna karşı geliştirilen ilaçların oluşturduğu yeni endüstriler, düşük yükseklikli ve sel riski barındıran arazilerin yönetimi, havuzlar ve kanallar, su kıtlığı, seller ve çölleşme etkilerine karşı geliştirilecek yeni buluşlar ve teknolojiler bu muazzam ölçekteki buluşçuluk dalgasının kıyıya ilk ulaşan minik çırpıntıları. Rusya, Kanada, Grönland (Danimarka) gibi ülkeler iklim değişikliğinden korkmadığı gibi bu süreci ellerini ovuşturarak karşılamakta olan ülkeler arasında. Yerkürenin en soğuk noktalarında konumlanmış olan bu üç ülke, küresel ısınmayla birlikte mevsimlerin uzamasından, madencilik faaliyeti yapabilecekleri topraklarını büyütmekten ve Kuzey Kutbu’nun buzullar altında gizlenmiş zenginliklerine artık çok daha kolay erişebileceklerinden umutlu oldukları için süreci heyecan, umut ve mutlulukla takip ediyor.
National Geographic ile röportaj yapan McKenzie Funk ise, en çarpıcı sermaye birikiminin genetiği değiştirilen sivrisinekler üzerinden sağlandığına dikkat çekiyor. Sıtma ve Dang humması, benzeri tropik salgınlar “sadece yoksulları vuran hastalıklar” olmaları dolayısıyla sermaye tarafından on yıllardır görmezden gelinmişti. Ancak bu hastalıkların -sivrisineklerin, genetik değişikliğin ardından uçuş menzillerinin uzaması neticesinde- artık ABD’nin Florida kıyılarına kadar ulaşmış olması ve çok yakında Avrupa’ya ulaşabileceği ön görülmüştür. Bu gerçeklik, sivrisineklerin genleriyle oynamanın yasaklanması gibi bir önlem almak yerine başta ilaç ve kimya endüstrileri olmak üzere, pek çok şirketi yeni yatırımlar yapmak üzere harekete geçirmiştir.
Su şebekeleri ve kaynaklarının piyasaya açılması ve büyük kâr getiren bir sektör olarak belirmesi de küresel ısınma ile doğrudan ilintilidir. Su şirketleri su hakkını paketleyerek kentlere satmaktadır. Avustralya’da ise finansal alanda faaliyet gösteren yatırım fonları (Hedge funds) çiftliklere giderek onların su haklarını satın almakta ve ardından da bu hakları aynı çiftliklere kiralamaktadır. Muazzam su varlıklarını ele geçiren bu fonlar, kuraklık arttıkça daha çok kazanmaktadır.
McKenzie Funk, iklim değişikliği konulu çalışması üzerine yaptığı röportajda şunların altını çiziyor: “Bir buzulun erimesini şirketler için önemli yapan şey, buzlar geri çekilirken ortaya çıkan petrol ve mineral kaynaklar. Daha fazla kuraklık, daha fazla orman yangınlarının olduğu yerlerde şirketler için önemli olan ise buralarda, önce arazilerin su haklarını satın alıp sonrasında da bu tarım arazilerinin bütünüyle ele geçirilmesi.” (McFarlane, 2014)
Dünyada uzun yıllardır yaşanan açlık krizine günümüzde iklim değişimleri de eklendi. Bu nasıl etkiledi?
Öncelikle “açlık krizi” olarak ele aldığımız sorunun, dünyada üretilen gıdanın fiziksel anlamda yetersizliğinden değil, yaşamın ücretli işe bağlı olmasından, ücretli işin ise – sermaye sınıfı ve devletlerin bilinçli bir tercihine dayalı olarak- tüm insanlığı kapsamamasından kaynaklandığı gerçeğini tespit ederek başlamamız gerekiyor. Dünyada yapılan tüm ticari balıkçılığın karaya çıkardıktan sonra sırf “paketleme standartlarına uymadığı” gerekçesiyle ıskartaya çıkardığı balık miktarı toplamın üçte birine eşittir. Dünyada ve ülkemizdeki açlığın varlığına rağmen süresi geçen ürünler aç insanların gözünün içine baka baka imha edilir. Brezilya- Porto Allegre’de çekilen “Çiçekler Adası” isimli belgesel filmde kapitalist sistemde şirketlere kiralanmak suretiyle metalaştırılmış çöplüklerden bile önce domuzlar yararlandırılır. Domuzların beslenme ihtiyacı tamamen giderildikten sonra demir parmaklıklarla çevrilmiş, kapısında kocaman bir kilit ve bir bekçi barındıran bu çöplüğe yoksulların girmesine izin verilir.
Bu tespiti yaptıktan sonra, iklim değişikliği sorununun gıda üretimine olası etkilerine gelebiliriz. Su ve toprak varlıklarının bütünüyle metalaştığı bir süreç hem geçimlik tarımı tamamen ortadan kaldıracak olması hem de daha ileri boyutlarda su ve toprak kaybına yol açacak olması bakımından gıda üretimini doğrudan etkilemekte ve gıda fiyatlarını daha da tolere edilemez boyutlara çekmektedir. Gıda erişimi olmayan yığınlar gün geçtikçe çığ gibi büyümekte, gıda krizi giderek azaltılması gereken bir sorun olduğu halde gitgide büyüyen bir kaosa dönüşmüş durumdadır.
İklim sorunu çözülebilir mi ya da nasıl çözülür?
Doğanın kendi içsel döngülerinden kaynaklanan iklimsel değişimler kuşkusuz önlenemez. Fakat kapitalizmin aşırı üretim ve her aşamada doğaya daha üst düzeyde müdahalesinden kaynaklanan iklimsel ve mevsimsel dönüşümlerin uzun vadede aşılmasının mümkün olduğunu düşünüyorum. Sorunu doğru tespit ettiğimizde aslında doğru cevaplara da ulaşmış oluruz. İklim değişikliği veya küresel ısınmanın gerçekte olup olmadığından bağımsız olarak hiçbir şey yapmayıp, sadece İklim Pazarı ve İklim Ticareti’ni sistemin içinden çekip çıkarmak mümkün olsaydı bunun bile ekosisteme olumlu bir geri dönüşü olabilirdi. Fakat, devam eden İklim Zirveleri’nin, küresel ısınmadan ve iklim değişikliğinden dert yanan kurumların iyileştirici bir amacı olmadığı gibi üzerinden ticaret yaptıkları bir durumu (iklim değişikliği) ortadan kaldırmak istemedikleri de aşikardır. İklim serzenişlerinin asli hedefi metalaştırma süreçlerine toplumsal bir meşruiyet kazandırmak olduğu ölçüde bir tür algı mühendisliğidir.
İklim değişiminden en çok etkilenen su ve toprak sorunu üzerine ne söylenebilir?
Gerek su gerekse toprak canlı yaşamın devamının “olmazsa olmaz”ları. Bu gerçekliğe karşın, her ikisi de kapitalizmin doymak bilmeyen birikim hırsına teslim edilmiş durumda. İklim değişikliği veya su kıtlığı gibi gelişmeler su ve toprağın daha hızlı metalaştırılması için birer gerekçe gibi kullanılıyor. İklim değişikliği ve kapitalizm arasındaki olası ilişkiyi düşündüğümüzde “kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?” sorusunu sormadan edemiyoruz. Egemenlerin önümüze birer “çare” gibi koyduğu metalaşma süreçlerinin ete kemiğe büründüğü İklim Zirvesi, Dünya Su Konseyi, Dünya Su Forumu, İklim Pazarı vb. merkezler ise hem sorunları hem de egemenlerin sorunlara getirdiği çözümleri meşrulaştırma işlevi görüyor. Oysa su ve toprağa erişememek mutlak açlık ve ölüm anlamına geliyor.