Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil yaratıcı bir eylemdir; bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır… Yürüyen insan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün kalbine düğümler…
Doğan Amed
Siyaset felsefesini okuyan herkes bilir ki, siyasette özne insandır, insanların birlikteliğinden meydana gelen toplumdur; siyaset ise, içerisinden çıkmış olduğu öznenin (birey-toplum) karşılaştığı ve veya karşılaşacağı sorunları birey ve toplumun optimal dengesinin sağlanarak çözüm bulma aracıdır, bu anlamıyla da öznenin özgürlük edimidir.
Söz söyleme, konuşma, tartışma, itiraz olduğu kadar eylemseldir aynı zamanda; mevcut olana alternatif sunma, gerektiğinde meşru savunma, bunun araçlarını oluşturma bu edimin yöntemleridir.!
Kendisini evrenin ve doğanın merkezi görmeyen, doğa ve toplumla uyumlu olan öznenin (birey ve toplum) kendisini günlük olarak ürettiği ve yarattığı bir yaşam biçimidir, siyaset.!
Esnektir, siyaset; toplumda ortaya çıkan yeniliklere, sosyolojik dönüşümlere açık olduğu gibi, kendisini de dönüştürecek yenilemeye açıktır, bu anlamda durağan ve statik değil, akışkan ve yaratıcıdır.!
Eşitlikçi ve katılımcıdır; bir parçanın ötekine feda edilmesini öngören ya da azınlığı çoğunluğa kurban eden çokçu ve dikotomik yaklaşımı değil, karşılıklı yarar üzerinden simbiyotik ilişkiyi esas alır.
Demokratiktir; tüm toplum kesimlerinin söze, karara, işe, eyleme katılımını esas alıp, bunun imkan ve olanaklarını oluştururken, bunda yer alamayanları gözardı etmeden azami birlikteliğini gözetir.
Öznesiz siyaset
Türkiye de “siyaset” çok zamandır “Ankara kalesine” hapsedilmiş durumda “siyasetçiler” ise bir nevi kalebent (!) kılınmış halde.
Bunun temelinde devletçi uygarlık ve burjuva siyaset felsefesi olsa da, Türk devletinin kuruluş mantığı ve son 20 yıldır AKP-CHP(!) eliyle Türk devlet aygıtında gerçekleştirilen dönüşümler bunda azımsanmayacak nedenlere sahip.
Kuşkusuz ki, genel anlam da burjuva siyaset, özel olarak da Türkiye’de yürütülen egemen siyaset biçimi hiçbir zaman halk ile bir arada olma amacı gütmedi, zira halk ve toplum diye bir derdi olmadı; sınıfsal, ideolojik ve sosyolojik nedenleri var bunun ve bu bir siyaset felsefesi yaratmış durumda.
Türk devletinin, ırk temelli ve devletçi uygarlık sisteminin bir şubesi biçiminde örgütlenmiş olması, siyasetin neden “merkez” addedilen Ankara-meclis içerisine hapsedildiği gerçeğini açıklıyor!
Merkez-çevre
Kürdistan ve Anadolu’da kadim zamanlardan bu yana yaşayan her türlü dil, kimlik ve kültürlere, emekçilere ve kadınlara karşıt olarak örgütlenen ve savaş açarcasına topluma karşı mücadele eden Türk devlet sistemi, Ankara’da oluşturduğu hegemonik yönetim merkezi ile bir yandan halkları ve kültürleri nefessiz bırakarak, halk ve kültürlerin kendilerini ifade etmelerini engellerken, diğer yandan, toplumun tüm zenginlik ve değerlerini bu merkeze taşımıştır.!
Bir avuç, yalancı ve talancı, kendisini “merkez” kendileri dışında kalan toplumu ise “çevre” kılarak hegemonik rejim inşaa etmiştir. Çevrenin tek görevi ve işlevi, merkezi beslemek, merkezin genelgelerine uymak olarak gösterilmiştir. Kendisini merkez olarak lanse eden otoriter ve tekçi sistem, toplumun kahir ekseriyetini, bu merkez için ölecek yığınlar olarak görmüştür.
“Çok partili” döneme geçiş (!) adı geçen rejimde herhangi bir değişim ve dönüşüme yol açmamıştır; kuruluş felsefesindeki tekçi, ırkçı, inkarcı, kadın ve emek düşmanı niteliği sürgit devam etmiştir.
Değişen tek şey, teba’nın “seçmen” statüsüne yükseltilmiş olmasıdır; parlamento, seçim, oy kullanma, milletvekilliği rejimin karekterini gizlemeye yarayan asma yaprağı olmaktan öte bir işleve sahip olmamıştır. Rejimin tepesindeki isimler değişse de, halk düşmanı öz ve zihniyet aynılığını korumuş; merkez ve çevre ilişkisi-felsefesi değişmememiş, yerli yerinde kalmıştır.
Rejim buna rağmen kendisini güvende hissetmemiş olacak ki, dünyanın en ucube seçim sistemini devreye koymuştur!
Siyasi partiler yasası, partilerin kuruluşunda zorunlu kılınan maddi şartlar, 40’tan fazla ilde örgüt kurma zorunluluğu, seçim yasası, yüzde on barajı, adayların soruşturmaya tabi tutulması vb başta Kürtler olmak üzere, farklı dil ve kültürlerin, emekçilerin özcesi çevre addedilen tüm toplumun önünün kesilmesi ve merkezin dikensiz gül bahçesi olarak kalması amacıyladır.
Seçmene dönüştürme
Merkezde oluşan oligarşik sistem, bu durumu “siyaset” kendisini de özne olarak lanse etmiş; siyaseti Ankara’nın karanlık dehlizlerinde yürütülen bir iş, demokrasiyi de 5 yılda bir merkez-Ankara tarafından uygun görülmüş olanlara (!) “oy” verme ile sınırlı görmüş, istisna dışında bunu tüm topluma benimsetmiştir.
Oysa hakikat çok farklı olmuştur: siyaset sokaklardan-alanlardan-mahalle ve köylerden soyutlanmış, toplum 5 yılda bir oy veren “seçmen” derekesine düşürülmüştür. Farklı dil ve kültürler, farklı kimlikler, emekçiler ve kadınlar kısaca tüm toplum siyaset dışına itilip, söz ve karar güçleri ellerinden alınmış, rejimin tekçi ve sömürgeci egemenliğinin tesisi ve “merkez” için nesne haline getirilmiştir.
Toplumu esaret altına alan ve “muhaliflere” de sirayet etmiş bulunan bu “siyaset” zihniyeti, Kürt siyasal hareketinin açığa çıkardığı demokratik siyaset paradigması ile ölümcül darbeler almıştır.
Kürt siyasal hareketi, siyasetin öznesinin toplumun kendisi olduğu gerçeğini; farklı dil, kültür, kimlik ve emekçilerin söz, karar ve eylemi olmadan, bu kesimlerin kendisini ifade etmeden, ve eğer olacaksa bir yönetim, adı geçenlerin katılımı ve birlikteliği olmadan olamayacağını göstermiştir. 50 yıla yaklaşan örgütlülük biçimi, kararları, eylemleri, Kürt siyasal hareketinin siyaset felsefesini ve zihniyetini, yine 2000 sonrası Kürdistan’da gerçekleşen yerel yönetim deneyimi ve savaş-saldırı altında olmasına rağmen Rojava pratiği bunu apaçık göstermektedir.
Türk devleti ve bölge gericiliğinin Kürt siyasal hareketine saldırılarının altındaki temel neden esasen bundan kaynaklanmaktadır.
Zira siyasetin yeniden tanımlanıp, gerçek işlevine kavuşturulması ve asıl sahipleri tarafından sahiplenilerek özgürleşme edimi olarak yürütülmesi, gerçek özneyi (birey-toplum) tarih sahnesine çıkarırken, toplumu nesne gören sahte öznenin de sahne dışına atılması sürecini getirmiştir.
Toplumu özne yapma
Şu durum çok net: Kürt siyasal hareketini takip edenler, felsefe ve zihniyetini tanıyanlar, onun yönetmekten ziyade, toplumu özne yapma amacı taşıdığını, siyaseti de öznenin özgürleşme aracı ve eylemselliği olarak gördüğünü çok net görebilmektedirler.
Bu durum Kürdistan ve Türkiye’de ikili bir durum ortaya çıkarmıştır ve çatışma bu iki hal arasındadır.
Birincisi ve en önemlisi şudur:
Yaşadığımız coğrafyada belki de ilk kez siyasetin böylesi özgürlükçü tanımı, yorumu ve öznenin işlevsel kılınması sağlanmıştır;
Kürt toplumu, Kürdistan’da yaşayan farklı dil, kültür ve halklar özgürlük ediminde buluşup demokratik siyasete katılım sağlamışlardır; bu coğrafyada yaşayan herkes, toprağına, suyuna, havasına, geleceğine ve bir bütün olarak yaşamına kendi karar vermeye, toplum kendi siyasetini kendisi yapmaya başlamıştır ve bundan geriye dönüş yoktur.
İkinci durum ise, sağcı-solcu, dinci ve liberal demeden, egemenlikçi zihniyet ve devletçi siyaset yürüten kesimlerin yukarıda belirtilen özgürlük çizgisi ve felsefeyi boğma, susturma, imha etme girişimleridir.
Bu durum, özgürlükçü demokratik siyasete yönelik yürütülen saldırıların neden bu denli kapsamlı, çok yönlü ve vahşice olduğunu, hiçbir ahlak, hiçbir kural, hiçbir norm tanınmadan yürütüldüğünü de izah etmektedir.
Özgürleşme ve yürüyüş
Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil yaratıcı bir eylemdir; bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır… Yürüyen insan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için. (Frederic Gros-Yürümenin felsefesi)
“Bir kıvılcım bir bozkırı tutuşturur” diyerek, özgürlüğe giden uzun yürüyüşüne başlamıştı, MAO! Devasa bir coğrafyada günler-haftalar-aylar-yıllar süren bu yürüyüş; farklı etnik kimlikler, köylüler, emekçiler açısından siyasetin gerçekte ne ve nasıl olması gerektiğini gösterdiği gibi, toplumun kendisini siyasetin gerçek özneleri kılmıştır.
Adına “tuz yürüyüşü” denilen ve Gandhi şahsında temsil edilen yürüyüş de, aynı biçimdedir.
Bugün adı geçen coğrafyalarda yaşanan sorunlar ve yürüyüşlerin kesintiye uğratılması veya saptırılmış olması, yürüyenleri ve dahi yürüyüşleri olumsuzlamıyor, aksine toplumcu demokratik siyasetin etkince kullanılması durumunda, nasıl bir özgürleşme edimi olabileceğini gösterirken, aksi durumun toplumu nasıl zincirlere bağlı hale göstereceğini göstermektedir.
HDP yürüyüşüne bu gözle bakılınca, yürüyüşün zamansallığındaki kısalığına rağmen, yürünmüş olmanın (yürütülmeyiş mi demeliydik?) neden ve sonuçları, neyi ifade ettiği daha iyi anlaşılır kanısındayız. Yürüyüşün arkasındaki felsefeyi, bu felsefenin 50 yıla varan pratiğini; amaç ve hedeflerini görmek, yürüyüşün devlet-egemen zümre ve toplum tarafından neden bu kadar ilgi çektiğini anlamamız açısından önemli veriler sağlıyor.
Sonuç yerine
Yürüyüşün başlangıç hedefi, özneyi ortaya çıkarmak, öznenin varlık olarak kendi farkına varmasını sağlamak idi ve bu başarıldı. İlk noktadan bugünlere bakılınca yaşanan devasa gelişmeler bunu apaçık göstermektedir.
Bugün ise yürümek, baskı ve sömürüyü son haddine çıkararak toplumu nefes alamaz duruma getiren, sınırları içerisinde iç savaş hazırlıklarını herkesin gözüne sokarcasına sürdüren, sınırları dışında adına “Neo Osmanlıcık” denilen yayılma politikalarını son hız devam ettiren, Ankara’nın karanlık koridorlarında yürütülen rant temelli çıkar ilişkilerini “siyaset” olarak topluma sunan, çadır tiyatrosundan öte anlamı olmayan ve her geçen gün işlevsizleşen “meclis” sahnesini siyasetin tek yeri olarak gösteren, suç örgütüne dönüşmüş olan çıkar gruplarının ellerine geçirmiş olduğu gücü topluma karşı bir silah olarak kullanan, siyasetin asıl öznesi olan toplumu siyaset dışına atarak nesne konumuna sürükleyen tekçi ve egemenlikçi burjuva siyasetine karşı, toplumun alternatifsiz olmadığını; alternatifin savaş değil barış, tekçilik değil çoğulculuk, merkeziyetçi değil yerelin iradesini esas alan özyönetim esasları, kadınların, gençlerin, dezavantajlı grupların kendilerini özgürce ifade edeceği alanlar yaratmaya yol açıyorsa, sokakları, meydanları, mahalleleri kısacası özneyi örgütlü kılıyorsa, o yürüyüş iyi bir yürüyüştür ve duraksamadan devam ettirilmesi gerekendir.
“Ne zaman yollara düşse biterdi acılar; Gül yüzlü sular fışkırırdı toprağın karnından” (Ahmet Telli)
HDP yürüyüşünün arkasındaki felsefe, böyle başladı yürüyüşüne ve kesintisiz biçimde de devam etmektedir. Bundan hareketle, HDP’nin başlatmış olduğu yürüyüşü, bir zaman dilimi veya bir mesafeyi kat etme olarak görmemek gerektiği kanısındayız; “Yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek” sürecek bir yürüyüştür bu!..