Avcı- toplayıcı ilkel komünal toplum yapısı, insan işgücünden yararlanmak üzere kurgulanan köleci topluma evrildiğinde, erkek egemenliği köle olmayan kadın üzerinde de hâkimiyet kurdu. Ataerkil veya pederşahi tanımlarıyla bildiğimiz kadını ikincil gören anlayışın adıdır patriarka.
Doğurganlık yetisi ile hareketi kısıtlanan kadın, önemli bir işlevi de yeryüzünde gelişimini en geç tamamlayan çocuğunun bakımını üstlenerek üretimin, dolayısı ile söz hakkının zaman içinde kaybını yaşadı. Bebeğiyle avlanması çok da mümkün olmayan kadın, erkeğin getireceği lokmaya muhtaç kaldı.
Kademe kademe oluşturulan erkek egemenliğinin mutlaklaşması ise semavi dinler ve onların sunduğu öğretilerle pekişti. Tevrat’dan başlayarak tüm kutsal metinler kadına biçilen rolü ‘aile’ kavramı ile anlamlandırdılar. Bir erkeğe ait olmayan bağımsız kadın ‘günah’ kavramının öznesi, simgesi haline getirildi.
Erkeğin şekillendirdiği toplumsal yaşam içinde kadının metalaşması kaçınılmaz bir sonuç olarak yaşandı. Üst yapının tüm unsurları da bu metalaştırmada ayrı ayrı rol aldılar. Örneğin sanat kadın bedenini bir estetik unsur olarak erkek bedeninden daha önemli bir yere koydu. Hukuk dinin taassubundan zaman içinde kurtulduğu halde, patriarkanın taassubundan kurtulamadı çağlar boyunca. 20. yüzyılda dahi kadına oy hakkı tanımayı sindiremeyen siyaset sahnesi Roma senatosundan farklı bir yapıya dönüşememişti.
Burada sözü edilen Roma senatosu, işi bitmiş yaşlı erkeklerin zırt pırt savaş çıkardıkları bir meclisin adıdır. İyi de günümüzün parlamentolarının o senatodan farklı bir şey olduğunu söylemek mümkün mü?
Köleci toplumdan günümüze varıncaya kadar üretim ilişkileri ne denli büyük değişimler yaşamış olursa olsun, erkek egemenliğinin kadına biçtiği rolde arpa boyu değişim yaşanmadı. Burjuvazinin ahlak anlayışı halen köleci, feodal aristokrasinin değerlerini aşabilmiş değil. Feminist mücadele bugüne değin bu anlayışa karşı etkili bir direniş üretemedi. Bu başarısızlığın arka planında ise hiç şüphe yok ki erkek egemenliğinin ürettiği değer yargılarının kadınlar tarafından da benimsenmesi çok önemli bir etken ve engel.
Kadını bir günah unsuru olarak gördüğü için örtünmesini şart koşan dini öğretiler, bizzat kadınlar tarafından özgürlük alanı olarak tanımlanıyor. Üstelik yasakçılığa karşı bir tepki olarak değerlendirildiğinde anlamı olan bir tanımlama bu. Oysa gerçek özgürlük, en az erkekler kadar günah işleyebilme özgürlüğü olmalıydı. Kadın da kolayca ‘erkek’ şeytan tarafından baştan çıkarıldığını ifade edebilir. Mi acaba? Tabii ki hayır. Baştan çıkarılma erkeğin mazeretidir ve şeytan da mutlak surette kadındır. O yüzden de kadının toplum içindeki davranışlarını, duruşunu zapt u rapta almak gerekir.
Yakın geçmişin önemli siyasi figürlerinden Bülent Arınç’ın gebe kadınların sokağa çıkmalarını, toplum içinde kahkaha atmalarını, hatta meclis çatısı altında herhangi bir konuda görüş belirtmelerini, itiraz etmelerini en hafif tabirle yakışıksız bulması tam da bu anlayışın bir dışavurumudur.
Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir toplantı sonrası ‘buraya birkaç tane de bayan vekil alalım’ sözü de patriarkanın kadına bakış açısını yansıtması bakımından oldukça ilginç bir örnek oldu. Muhafazakâr, yani tutucu çevrelerin sözde kadını yüceltmek anlamında sıklıkla kullandıkları ‘kadınlar çiçektir’ sözünün pratikteki karşılığını ifade ediyordu Erdoğan’ın çağrısı.
Kendilerinin çiçek olduğuna canı gönülden inanan AKP’li kadın vekiller de pek bir memnun oldular reislerinin çağrısından. Koşa koşa seğirtip sahnede (ya da vazoda) kendilerine gösterilen noktadan dahil oldular mutlu aile tablosuna.
‘Çiçek senin anandır’ diye tepki gösteren feminist hareketin önünde daha çok uzun bir mücadele yolu olduğu kesin. Türkiye’nin Ortodoks Marksistleri bozulmasın ama galiba feministlerin cinsiyetçilik karşıtı mücadelesi onların sınıf mücadelesinden bir adım daha önemli, daha yaşamsal. Dahası, “Sınıf mücadelemiz zafere ulaşırsa, kadın sorunu da kendiliğinden çözülür” safsatasına da feministlerin karnı tok.