İnsan merkezli zihniyet, özünü doğa karşıtlığında bir şekillenmeden alırken tahakküm anlamında öncelikle doğayı ötekileştirmiş ve aynı süreçte insanın insana olan tahakkümünde, ötekileştirilmesinde, nesnelleştirilmesinde de aynı yol izlenmiştir. Zira doğanın yokluğu üzerine varlıklaşma gayesini taşımakta olan insan, öncesinde insan yaşamı için elzem olan ihtiyaçlar, bir lükse ihtiyaç fetişizmine yol açmış oldu. Hal buyken bir arayış hali hep olageldi, böylelikle insan için etrafında ne varsa nasıl yok edilebilir, nasıl talan edilebilir amacıyla bir eylemsellik halini almaya başladı. Ve her olgu artık, insan menziline girmiş bir düşmandır, “şey”dir, metadır. Nâzım Hikmet düşman adlı şiirinde bu durumdan bahsederken
onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
akar suyun meyve çağında ağacın serip gelişen hayatın düşmanı…
Mesele böyleyken orman yangınlarında anca insan kaybı olursa belki üçüncü sayfa haberlerine bir haber niteliği taşıyabilir, ötesinde bir orman ekosistemi içinde yaşamını yitiren canlılar pek de bir anlam ifade etmez, bırakın nitelik olarak, nicel anlamda bile bir karşılık bulmuyor. Bir baraj yapılırsa dereye, dağa, ovaya yok edilen bir habitattan, ekosistemden bahsedilmez. Zira bir sermaye ve sermaye için gerekli olan barajdan çevrilecek elektriği, suyu satmaktır mesele. Bir yere RES yapılırsa kimse göçmen kuşların yolu üzerinde olduğu hesabına girişmez, öyle ki verilen bir ÇED raporunda kuşlar ve insanları düşmanlaştıran bununla birlikte bu savaşı hep insanların kazandığından dahi bahsedebilirler.
Öyle ki aynı bakış açısının sonuçlarından bahsetmişken, Hevsel Bahçeleri talana uğrarken 1095 metrekare yeşil alan yok edilecekti, bu sırada bir yetkili ağız, “Biz buradaki ağaçları kesiyoruz ama kentin farklı yerine aynısından dikeceğiz” demişti. Yine Kanal İstanbul, proje düzeyinde konuşulurken bilim çevreleri projedeki alanda endemik bitkilerin yok olacağı kaygısını dile getirmişti ve yine aynı yetkililer “Buradan endemik bitkileri kaldırır, başka bir alana taşırız” demişlerdi. Aslında bu durum trajikomik bir hal alırken, var olan duyarsızlığı, doğaya yabancılaşmayı gözler önüne sermekteyken ve yine talana kılıflar aranmaktadır.
Ülkemizde bunların yanında doğaya düşmanlığın had safhaya taşındığı bu süreçte hayvanlar öncelikle bundan payını almışlardı. Hayvan zehirlemelerinden tecavüze, türü yok olma tehlike altında olan türlerin bulunduğu yerde öldürülmesine kadar bir cinnet hali yaşanıyorken, herkes en azından bir hayvanları koruma yasası beklerken bugün avcılık üzerine bir yasa ortaya çıktı. Doğrusu meselenin bir zihniyet meselesi olduğu açıkken, yasalar ya da bütünüyle hukuki yollar bırakın çözüm olmayı daha çok talanın önünü açmak amacıyla yapılıyor, doğrusu böylesi bir şey beklemek çok mu çıtayı yükseltmek anlamına gelir diye düşündürtmüyor değil. Son süreçte salgınla birlikte oldubittiye getirilen Korunan Alanlar Yönetmeliği’nin değiştirilmesi gündeme geldi, meclisten geçince ne kadar korunan alan varsa bu yasayla beraber daha çok talana uğramış oldu.
Hal buyken bir avcılık yasası meselesi, öyle ki çok da tepki almasın diye yine aynı yöntem denenerek torba yasa ile geçirilmeye çalışılıyor. Kısaca bahsetmek gerekirse “yurt dışından gelen üst düzey misafirlere ücretsiz avlanma izni verilecek ve cana, mala zarar verdi gerekçesiyle yabani hayvanlar izinsiz avlanabilecek” demektedir. Doğrusu geçen cümleye bakınca öldürme=avcılık olması gerekirken yumuşatılan biri dilin yanında ücretsiz olması, yabani olması diye kavramsallaştırılması, endüstriyel tarımın hibritler ile üretim yapmasını salık verirken, bunun yanında pestisitler satıp doğallığından gelişen bitkilere de “zararlı ot” demesiyle nasıl da benzerlik taşıyor. Bir bakıma endüstriyel bir turizm yaratılıyor da denebilir, zira başta belirttiğimiz üzere insan merkezli bakış açısı bunu gerektirmektedir, her şey nasıl metalaştırılabilir yolu aranmaktadır.
Bunun yanında hırsızın hiç mi suçu yok dedirten bir mesele da var, öyle ki ülkesinde izin verilmeyen avcılık için Türkiye’ye sadece avcılık yapmaya gelenlere ne demeli…