Emre Tansu Keten
A Haber düzeyindeki suçlamalarla tutuklanan ve Gezi ile 15 Temmuz’un kilit isimlerinden birisi olarak lanse ettirilen Rahip Brunson, Türkiye-ABD ilişkilerinin oldukça sert bir noktaya çekilmesinin nesnesi olarak günlerdir konuşuluyor. Ültimatomların havada uçuştuğu, art arda görüşmelerin yapıldığı bu dönemde, ABD, Erdoğan’ın iki bakanına yönelik yaptırım kararı alarak, deyim yerindeyse, el yükseltti. Ancak, karşısına çıkan krizleri fırsata çevirme konusunda maharetli olan Erdoğan, kısa sürede bu krizi bir iç siyaset malzemesi haline döndürerek, içi boş bir anti-Amerikancı söylemi, fecaat durumuna gelen ekonomik yönetimin üstünü örtmek için kullanıma soktu. Trump’ın da benzer bir anlayışa sahip olduğu ise sır değil. Rahip Brunson krizi üzerinden alevlenen Türkiye-ABD ilişkilerinin arka planını ve olası gelişmelerini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Doç. Dr. Hakan Güneş ile konuştuk.
Türkiye-ABD ilişkilerinde bu noktaya nasıl gelindi? Brunson olayının arka planında ne var?
Türk-Amerikan ilişkilerinde 1974 Kıbrıs Krizi’nden bu yana herhalde en derin krizi, yaklaşık olarak 2010- 2011’den beridir, yani Suriye iç savaşının bir aşamasından itibaren yaşıyoruz ve neredeyse hiç bitmedi. Türk-Amerikan ilişkilerindeki bu durumu sadece bir rahip Brunson olayına bağlamayalım. Son 5 yılda bir kriz içerisinde bu ilişki. Bunun uluslararası ilişkilerdeki manası şu: Uluslararası kapitalist sistem kendi içerisinde farklı merkezlere doğru genişliyor ve bu tek merkezin zayıflaması ya çeşitlenmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye de, çeşitli sorunlar yaşadığı zaman, kendi blok lideri diyebileceğimiz, yani NATO bloğu içerisindeki lider ülke olan Amerika ile kendi farklılıklarını daha fazla ifade edebileceği bir uluslararası zemine sahip oluyor. Ne demek bu, yani birisiyle sorun yaşadığınızda Rusya’ya, Çin’e veya bölgesel anlamda çeşitli ülkelere yakınlaşmak, ticaretinizi bu anlamda çeşitlendirmek, genişletmek ve merkez ülkeye olan bağımlılığı azaltmak. Bu Türkiye’ye has değil. Bunu Polonya, Güney Kore, Brezilya gibi bütün orta ölçekli ülkeler tecrübe ediyor. Fakat Türkiye’nin ABD ile yaşadığı ilişkinin sürdürülemez bir tarafı var. İktisadi, askeri ve siyasi olarak çok uzun yıllardır ABD’nin merkezinde olduğu Batı ittifakının içinde yer alan bir ülke, bunun bütün olanaklarından yararlanmak istiyor ama aynı zamanda bu bloğun belirleyici ülkelerinin yaklaşımları ile de uyumlu olmak istemiyor. Sorunlar buradan çıkıyor. Türkiye’yi yönetenler ne gerçek manada bir bağlantısız dış politika izliyorlar ne de içinde bulundukları ittifakın mantıki gerekliliklerini yerine getiriyorlar. İşte en kötüsü bu.
Bunun sebebi nedir?
Sebebi şu: bütün bu Batı bloğunun olanaklarından faydalanıp kendi farklı özgün politikalarını da uygulama isteği. Burada İhvancılık öne çıkıyor adını koymak gerekirse. Türkiye’deki iktidarın İslamist yanı ılımlı bir biçimiyle Batı tarafından da desteklendi bir dönem. Sonrasında ise bir konsept değişikliğine gittiler. Ancak bu biraz süreci yönetmeyle de ilgili. Uzlaşmaz politik konumlara sahip değiller sonuç olarak.
Türkiye’nin konumunu düşünelim. ABD, Ürdün, Suudi Arabistan ve İsrail ile çok iyi anlaşıyor. Mısır’ı da bu ittifakın içinde güçlü bir şekilde bir yere yerleştirdi. Fakat Türkiye ile sorun yaşıyor. Burada yapısal bir sorun yok. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ne uluslararası sermayenin beklentileriyle ilgili bir sorunu var, ne de ABD ile Batı ittifakının önemli ülkelerinin bölgedeki genişlemesi ve nüfuz alanlarıyla ilgili bir sorunu var. Sorunların çıktığı yerler çok açık. Suriye iç savaşından çıktıktan sonra ılımlı İslamcılara belirli bir destek veren Batı, burada bir yön değiştirdi. İhvan çizgisine desteğini Mısır başta olmak üzere kaldırınca, buna adapte olamadı Türkiye’yi yöneten parti. Bu, kendi içinde anlaşılır nedenleri olan, ideolojik bir inat. Dünyanın en pragmatik partisi de olsa aynı zamanda bir davası da olan bir parti. Bu ikisi değişik zamanlarda öne çıkıyor. Bir fikrin takipçisi olmak ile pragmatizm çelişmek zorunda değil. Bence bunun dünyadaki en ideal örneklerinden bir tanesi Adalet ve Kalkınma Partisi. Hem gerektiğinde olabildiğince pragmatik olabiliyor, yani ideolojik önceliklerini biraz erteleyebiliyor ama dönüp tekrar onu devreye sokmak anlamında da bir dava takipçisi olduğunu görüyoruz. Cibuti, Somali, Mısır, Sudan, Tunus ve birçok benzer ülkedeki İhvancı bağlantıları zaman zaman desteklemiyor, önemsemiyor. Ancak fırsat olduğunda da uygun bir biçimde bu ilişkileri ve bağlantıları geliştirmeye çalışıyor. Nüfusunun yüzde 50’sinden fazlası Müslüman olan 70’ten fazla ülkeyi düşünelim. Bunların tamamında yüzde 5-yüzde 80 arası toplumları etkileyebilen en büyük hareket Müslüman Kardeşler hareketidir. Bu nedenle bu ilişkilenme çabası önemli.
AKP’nin Brunson olayıyla elde etmek istediği şeyler neler?
Her ülkede bu türden dini inancı yaymak isteyen misyonerler var. Güney Kore’de de var, Zambiya’da da var, Türkiye’de de var. Hıristiyanlık içinde var, İslamiyet içinde var, Budizm içinde var. Bunlar zaman zaman işte böyle gündem olabiliyorlar. Bir tartışma yürütülüyorsa ve bu tartışma birbirine güvenen iki partner tarafından yürütülmüyorsa burada yol kazaları olabiliyor. Ben bu işin bir kısmının iletişim kazası olduğunu düşünüyorum, ama bir kez o kaza olduktan sonra bir müddet onun iç politikadaki getirilerinin tadına varmak istiyor taraflar. Bu sadece Türkiye için de değil, Amerika için de olabiliyor. Hollanda için de olabiliyor. Ama Türkiye için biraz daha fazla gerçekleşiyor. Çeşitli dış politika olaylarıyla içeride Hıristiyanlığı kurtarmak ya da Müslüman dünyasının kahramanı haline gelmek gibi. İki tarafın da çok hoşlandığı gelişmeler oluyor, bir müddet bunlar oynanıyor. Bu arada ticaretinizde bir aksama olmuyor, İsrail’in güvenliği için Kürecik füze üssü çalışmaya devam ediyor, İncirlik’ten uçaklar inip kalkmaya devam ediyor. Yoksul halkın aklının rehin alınması olarak özetleyebilirim ben bu krizi.
Türkiye açısından bu gerilimin iç siyasette faydalı yanları var çünkü doların 5 liranın üstüne çıktığı bir ortamda dış politikanın başarısızlıklar içinde yüzdüğü bir ortamda milliyetçi bir propaganda için çok elverişli bir zemin. Biz doların 5 lira olduğu gün Türkiye olarak hatta bazı demokratlarının ve solcularının bir kısmının ülkemize bir yabancı gücün müdahale edip etmeyeceği gibi sahte bir gündemi tartıştık. Böyle bir gündem gerçekçi değildir. Bu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir kurmacasıdır. Çünkü ülkemizin bağımsızlığını tartışacağımız konu başlıkları bellidir.İncirlik’in kapatılması, Kürecik füze üssü, ABD ile olan stratejik ilişkilerimiz ve Amerikan konsolosluğunun AK Partili iş adamları tarafından inşa edilmesi gibi somut gündemler varken bizim rahip Brunson gibi bir misyonerin üzerinden konuyu konuşuyor olmamız, bunun üzerinden de kendi anti-emperyalizmimizi ölçüyor olmamız utanç verici.
Bu kriz nasıl bir seyir izler sizce?
Daha önce söylediğim gibi bir sürekliliğin içerisindedir bu kriz. Neyi alıp veremiyorlar? Türkiye herhangi uluslararası finans şirketini mi kovdu, herhangi bir bölgesel açılımını mı engelledi, İsrail’in duvar örmesini mi bloke etti, Filistin için devlet düzeyinde boykota mı katıldı ya da bir grup ülkeyi örgütleyip İsrail’i tanımama hareketi mi başlattı? Ne yaptı? Hiçbir şey yok. Ortada bir sorun olduğu ise çok açık, Batı’nın merkezleri, özellikle ABD gerek Obama gerek Trump döneminde Erdoğan’la anlaşamıyor. Bu yokmuş gibi yapamayız. Ama buna bir yanıt vermemiz de gerek; nedir bunun yanıtı? Bunun yanıtı bir ittifak içi sürtüşme, pazarlık, müzakere.
Şunun altını çizmek isterim; şimdilerde yaptırım kararlarıyla beraber ilişkilerin en sert gibi göründüğü andayız, ben tam tersine jeopolitik olarak ilişkilerin daha rayına girme trendinde olduğunu düşünüyorum. Çok iddialı bir şekilde ifade etmiş olayım ki daha anlaşılır olsun, olay olduktan sonra açıklama yapmış olmayalım, öngörüde bulunalım. Ben yakın dönemde bu ilişkilerin oldukça yumuşayacağını düşünüyorum, çünkü asıl radikal kırılma Suriye’deki Kürt bölgesindeki oluşum ile ilgiliydi. Bu oluşumun anayasal bir statü elde edip etmeyeceği ile ilgiliydi ve çok açık, Afrin’den önce sinyallerini almakla beraber, Afrin gün gibi açık hale getirdi bu durumu. Münbiç’te bir tür denge görünüyor ama gidişat ABD ile Türkiye arasında Kürt sorunu kaynaklı anlaşmazlıkların minimize olduğunu gösteriyor. 2013-2017 arası bu böyle değildi. Hele 2015 IŞİD sonrası çok sertti ilişki. Ve bu noktada Kürt hareketinin güçlü şekilde desteklendiği bir 2015-2017 yaşadık, ama bu bir yerden döndü. Esasen Kerkük’ten döndü. Batı ile olabilecek en yüksek derecede uyuma sahip olan Barzani yönetiminin yapmış olduğu referandumun dahi desteklenmemesi bir yana Kerkük’ten de kovulmasına göz yumulması ABD’nin bölge ülkelerinin merkez yönetimleri, yani Tahran, Bağdat ve Ankara ile sorunları olduğu ölçüde Kürt hareketini destekleyeceği ama bu sorunları çözme yolunda bu merkezlerden taviz aldığı ölçüde de Kürt hareketini desteklemeyeceğini bize açık şekilde gösterdi ve nitekim Suriye’de de Afrin ile bunu görmüş olduk. Bu trend devam ediyor ve küçük bir ayrıntı değil.
Kürt hareketinin uluslararası kamuoyu nezdinde prestijinin son 200 yılda doruk noktada olduğu anda gerçekleşti. Kerkük Kürdistan referandumu ve Afrin. Bu anlamda uluslararası ilişkiler böyle çalıştıysa bundan sonra daha da fazla böyle çalışacağını gösterir. Trump’la olan sorunda bazen kişisel tarzlar da işin içine giriyor. Kamuoyunun sert tartışıyor olacağı bazı momentlerden geçecek, bazı olaylar daha olacak ama gerçekte bu ilişki düzelme yolundadır. Çünkü yapısal sorunların merkezine oturan Kürt sorununda ABD Kürtleri Irak’ta da, Suriye’de de daha az destekleyen bir konuma geçmiştir. İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır ile kurmaya çalıştığı yeni Ortadoğu denklemi açısından da bu bölgenin ehemmiyeti hala vardır. Kürtlerin ehemmiyeti hala vardır. Belli ölçülerde bunlara destek verecektir, ama bu çok daha sınırlı bir düzeyde kalacaktır. Bunlar da önümüzdeki 5-10 yılın tablosunu bize çıkarıyor.