Almanya medyatik anlamda hayret verici bir sessizlik içerisinde 1 Temmuz 2020’de AB Dönem Başkanlığı’nı devraldı. Hayret verici bir sessizlikle diyoruz, çünkü Alman devleti ne zaman uluslararası bir sorumluluk üstlense, burjuva medyası arifesinden başlayarak borazanlarla bunun kutlamasını yapardı. Bu sefer öyle olmadı. Halbuki Merkel Hükümeti aylar öncesinden hazırlıklarını tamamladığını açıklamıştı: “Almanya’nın öncü rolü güçlendirilecek, sorun çözücü AB devreye girmeye hazır hâle” getirilecekti.
Alman emperyalizminin siyasî temsilcilerinin politikalarını yakından izleyenlerden olduğumuzdan, direksiyonunda bilhassa Şansölye Merkel gibi son derece deneyimli bir politikacının durduğu F. Hükümetin AB Dönem Başkanlığı gibi önemli bir mevkide atacağı siyasal adımları ulusal ve uluslararası kamuoyunda tanıtacak şaşaalı kampanyalar başlatmasını beklerdik. Nitekim Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üye olarak getirilmesi bile büyük olay oluyordu. O açıdan bu seferki sessizliği bir hayli ilginç bulduğumuzu belirtmeliyiz.
Tabii çıt çıkmıyor falan demiyoruz. Sermaye temsilcileri ve önde gelen burjuva medyasının yorumcuları hükümetin altı aylık Dönem Başkanlığı süresinde “yerine getirmesi gerekenleri” haftalar öncesinden sıralamışlardı.
Nihâyetinde Federal Kabinenin karar altına aldığı “ulusal programda” Almanya’nın altı aylık AB Dönem Başkanlığının temel görevinin sadece “Pandemi ile sınırlı olmadığı” belirtiliyor, asıl önemli olanın “partnerlerimizin bizden bekledikleridir” deniliyor ve “beklentiler” şöyle sıralanıyordu: “Günümüzün iklim değişimi, dijitalleşme, çalışma dünyasının devinimleri ve büyük güçler arasında sertleşen rekabet gibi büyük transformasyon süreçleri karşısında AB’nin önderlik rolünü üstlenmesini sağlamak, istikrarlı ve müreffeh gelişimini güvence altına almak. Kutuplaşmanın arttığı bir dünyada Avrupa’nın politikaları aynı zamanda Avrupa’nın çıkarlarını savunmak ve dünyadaki sorumluluğumuzu üstlenmek için Avrupa’nın dışarıya yönelik eylem yetisini de güçlendirmelidir.”
Programın satır aralarına dikkatlice bakarsak, bu sözleri Alman emperyalizminin verili krizleri AB içerisindeki hegemonyasını derinleştirme adımları için kullanmak istemesi olarak okuyabiliriz. Ancak durum, Almanya’nın hegemon olmasına rağmen, bir hayli çetrefil. Bir kere pandemi sonucu oluşan ekonomik krizin Avrupa ve dünya çapında daha ne kadar süreceği ve hangi toplumsal sorunlara yol açacağı belli değil. Ayrıca en başta Polonya ve Macaristan olmak üzere AB’nin Doğu Avrupa’daki üye ülkelerinin Almanya yerine ABD’nin korumasını istemeleri “Avrupa’nın” tek sesle konuşmasını engellemekte. ABD emperyalizminin AB üyeleri arasındaki “bölücü faaliyetleri” ve ÇHC’nin AB üyeleri ile münferit iş birliği yürütmesi de işin cabası.
Durumun böylesine çetrefil olmasına rağmen Almanya’nın maddî ve ekonomik gücü, Avrupa’nın çoktan Alman iç pazarı hâline gelmiş olması ve Fransa’nın nükleer şemsiyesinin verdiği koruma, bu maratonda Alman emperyalizminin önüne koyduğu hedeflere ulaşabilecek kondisyona sahip olduğunu gösteriyor. Elbette emperyalist bir konstrüksiyon olarak AB özellikle Brexit sonrasında yeniden biçimlendirilmek zorunda olacak. Belki de üye sayısı itibariyle küçüleceğini de göreceğiz. Ama AB zayıflamayacak. Gelişmeler AB-treninin hızla Franko-Alman Avrupası istikametine doğru hareket ettiğine işaret ediyor. AB Dönem Başkanlığının verdiği en önemli sinyal bizce budur.