Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki bir yanda milyarlarca insan açlık ve susuzluk çekerken diğer yanda ise obezite gibi hastalıklara neden olan aşırı tüketimler gerçekleşiyor. Kapitalizmin bir yasası olan bu durum karşısında dünya üzerinde aşırı nüfus sorunu olduğu ve bu nedenle de açlık çekildiği iddia edilebilmektedir. Günümüzden 300-400 yıl önce Avrupa’nın birçok ülkesinde nüfus artışı arzulanan birşeydi. Dönemin mutlak iktidarları (krallıklar vb.) nüfus artışını devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördü. Nüfus artışının beraberinde zenginliği getirdiği ve bu yolla daha fazla iş gücü ve daha kalabalık güçlü orduya sahip olma anlayışı o dönemin en önemli özelliğiydi. Kapitalizmle birlikte yoğun emeğin yerini makinelerin doldurmaya başlaması işsizliği arttırdı, yoksulluk ve sefalet daha da yaygınlaştı. Dönemin bazı iktisatçıları bu sonuçların nüfus fazlalığından ileri geldiğini iddia ediyorlardı.
18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus’a göre, nüfus yiyecek maddeleri üretiminden daha hızla artıyordu.
Eğer bu hızlı artış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerinde yaşayanları besleyemez olacaktı. Karl Marx ise Malthus’u eleştirerek, iyi örgütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının bir sorun olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun temel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi olduğunu ortaya koydu. Marx, işsizler ordusunun varlığı ücretlerin yükselmesinin önünde engel olduğunu görmüş ve kapitalistlerin düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde ettiklerini belirtirken, kapitalizmin yıkılıp sosyalizmin kurulmasıyla birlikte işsizlik sorununun ortadan kalkacağı ve yaratılan değerlerin onu yaratanlara geri dönmesiyle birlikte nüfus sorunu gibi sorunların ortadan kalmayacağına dikkat çekmişti.
Marx’ın ortaya koyduğu gerçekliğe karşın kapitalist anlayışa benzer süreçler, revizyonist sosyalist iktidarların hüküm sürdüğü ülkelerde de devam etti. Yani nüfus artışı daha fazla üretim ve daha güçlü ordu olarak görüldü.
Bugün bu nüfusu dünyanın kaldıramayacağı iddiaları ise halen sürdürülüyor. Kapitalist üretimlerde emek sömürüsü üzerinden elde edilen artı değer, sermayenin yeniden değerlendirilmesi sürecinde hem doğa sömürüsü büyümekte hem de aşırı üretim ve tüketim toplumlara dayatılmaktadır. Bu yolla kendisini sürekli yenileyerek birikimini sürdürme hedefindeki kapitalizm doğal yaşamda geri dönülmez gedikler açmaktadır.
Engels, Doğanın Diyalektiği’nde “Doğa en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ufak hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yok oluş, sürekli bir akış, sonsuz hareket ve değişim içindedir” sözleri ile dışsal etkilerden uzak bir doğanın hareketliliğine dikkat çeker. Bugün kapitalist üretimlerin yol açtığı doğadaki olumsuz değişimler geri dönülemez ve kendisini yenileyemez noktadadır. Değişime uğrayan doğa, insanı ve beraberinde birçok canlıyı dışlayacağı bir sürecin eşiğine gelmiştir.
Küresel ısınmayla birlikte yaşamsal olanın son bulmaya yaklaştığı tartışmaları sürerken bu bağlamda kapitalistler bu gidişi önlemek adına attıkları her adımda yeni metalaşma ve birikim süreçleri başlatmaktadırlar. Bu gidişin sonunda tarım arazilerinin ve doğal ekosistemlerin yok edileceğini ve değişime uğrayacağını öngörmek için müneccim olmaya da gerek yok. Büyük bir cenderenin içine sıkışmışlığa bir de pandemi süreci eklenince öyle görünüyor ki kapitalistlere gün doğmuştur. Bunu değiştirmek dışında bir seçeneğimiz yoktur. Boyun eğemeyiz ve bir yol bulup ezilenleri bir çatı altında toplayacak yapıyı ortaya çıkarmak zorundayız.
Nüfus sorununa geri dönersek açlık ve sefaletin nedeninin nüfus fazlası olamayacağı, ancak doğal yaşamın geri dönülmez biçimde yok edilmesi sonucunda açlığın ve sefaletin dik âlâsını yaşayacağımızı görmek mümkün. Örneğin Türkiye’de yaşayan 80 milyon insanı besleyecek tarımsal üretim olanakları, hem uygulanan tarım politikaları hem de yakın gelecekte ortaya çıkacağı kesin olacağı belirtilen susuzluk ve kuraklık nedeniyle hızla yok edilmektedir. Hükümet ise bu yaşanan süreci umursamaz bir halde her aileye 5 çocuk yapın çağrıları yapmakta.
Sermaye çıkarları için ortaya konan savaş politikalarında yüksek sayıda asker ihtiyaçlarını gidermek ve işsizler ordusunun sayısını arttırarak emek gücünün en ucuz düzeyde seyretmesini sağlamaya çalışmak dışında bir hedefleri ise yok.
Ekonomik büyüme kavramını hızla terk etmek zorunluluk, bu da ancak kapitalizmden çıkışla olabilecek bir şey. Mevcut şartlarda doğa ile simbiyotik bir ilişki yani ortak yaşam kurmak ise olanaksızdır. Geleceği tahayyül ederken büyüme hesaplarını terk edip, küçülme hesaplarının politikasını şimdiden hazırlamaya başlamak gerekmektedir.