“Çöl büyüyor… Vay çöllere gebe kalanın haline” Nietzsche
Yalnızlığımız büyüyor. Devasa metropoller, büyük ışıklı ve kalabalık bulvarlar, içinde birkaç köyü, bir mahalleyi barındıran ve birer duvarla ayrıldığımız bir nefes uzaklıktaki komşularla içi içe olduğumuz apartmanlar içerisinde yalnızlığımız büyüyor. Metrolarda, tramvaylarda, otobüslerde sırt sırta, yüz yüze, yan yana, omuz omuza yolculuk ederken her gün saatlerce kimsenin soluğunu soluğumuza değdirmeden geçip gidiyoruz her gün, mütemadiyen aynı şekilde biteviye tekrar ederek. Yaşam çölleşiyor. Çöl büyüyor.
Şimdi en yakın arkadaşımız kim? Günümüzü en çok kimle geçiriyoruz? En çok kime dokunuyor, kimin yüzüne bakıyoruz? En koyu dost sohbetlerindeyken, bir film izlerken, bir çocuğu özlerken, hayatı bir yerinden gözlerken ellerimizi, gözlerimizi, aklımızı çelen kendine çeken şey ne, kim? Bir mobil telefonun siyah, karanlık ekranı… Onun o pürüzsüz yüzeyine günde onlarca defa dokunmadan edemiyoruz hiçbirimiz. Biraz uzağına düşsek yahut enerjisi bittiği için kapansa kısa bir süreliğine nefes alamaz hale geliyoruz adeta. Sevgilinin aydınlık gül cemaline duyulan özlem, ne vakit karanlık pürüzsüz bir ekrana duyulan özlemle yer değiştirdi bu kadar? Bir pürüzsüz karanlık yüze dokunmak eksilse hayatımızdan ne kaybederiz? Oysa ne çok şey kaybediyoruz çıkınca hayatımızdan, bir sevgiliyle, bir dostla, bir kitapla, bir çocuğun muzip gözleriyle geçirdiğimiz vakitler gitgide azalırken. Bunlar azalırken bir ekranın karanlık yüzünde biz ne çok azalıyor ve eksiliyoruz; azaldığımızın, eksildiğimizin farkına varmadan. Çokluğumuz azlaşıyor, çöl büyüyor.
Derinleşen uzun sohbetler, yerini kısa mesajlara bıraktığında hiç fark etmedik ne kadar sığlaştığımızı. Kurduğumuz cümlelerin, özlemin, aşkın yahut öfkenin ve kavganın dilinin derinliğini nasıl yitirdiğini. Kimse kimseyi dinlemiyor artık uzun uzun. Uzun cümleler kurmuyor artık kimse. En kestirmeden, en kısa zaman dilimini kullanarak derdimizi söylemek için azaltıyoruz kurduğumuz cümlelerdeki sözcükleri. Cümleyi kısaltmak için attığımız kelimelerle birlikte geçmişimizi, anılarımızı, duygularımızı, biriktirdiklerimizi, acı, sevinç ve hüzünlerimizi de attığımızı fark etmeden, tarihselliğimizin tüm bağlamlarından kopararak sözü sadece anın ihtiyacını karşılayan bir bağlama oturttuğumuzu bilmeden ya da bunu umursamadan. Ne kadar çok yeni insan giriyor hayatımıza ve ne kadar az yeni dost. Ne kadar çok insanla konuşuyoruz göz bebekleriyle temas etmeden, gözlerinin kapısından girip ruhunun kıvrımlarında bir yolculuğa çıkmadan yahut dudağının kenarına ilişen gülümsemeyi fark etmeden. Bütün sohbetlerin uzunluğu ve derinliği bir kısa mesaj ölçüsünde yol alıyor. Bir kısa mesaj aralığında buluşuyor, konuşuyor, dokunuyor, koklaşıyor, özlüyor, ayrılıyor, acı çekiyor ve karanlık pürüzsüz yüzeyli bir kapıdan girilen evlerimize dağılıyoruz.
Bir çöl nasıl aşılır bir vahanın düşü kurulmadan, bir serap görülmeden? Düşlerimiz kavruluyor susuzluktan, çöl büyüyor. Serap göremeyecek kadar kör ve bomboş artık düş evlerimiz. Bir salgın hastalık gibi yayılıyor ruhlarımızda geri dönüşsüz bir kuraklık. Ruhlarımıza takılı maskeler artık yüzlerimize takılı. Hangi maske koruyacak bizi şimdi yalnızlığımızdan? Hangi dezenfektan ıslatacak söyleşmemekten kuruyup çatlayan dudaklarımızı. Sahi aşısı var mı kendi içindeki darağaçlarına çekilmemenin.
Derinliğimiz azalıyor, kuruyor bütün kuyular tek tek. Ne çok sayıda tutkumuz var sonuna kadar hiçbirinin peşinden gitmediğimiz. Bir kör kuyunun Yusuf’u, bir çetin dağın Ferhat’ı, bir nehrin Feqîyê Teyran’ı olmaya var mı teşne olanımız. Bütün benliğimizle bir tutkunun peşine takılmışken yol üzerinde başka bir tutku kaynağı ne de kolay bizi cezbediyor ve ne de kolay yeni bir tutkuya bağlayıveriyoruz ruhlarımızı. Yaşam tutkusuzlaşıyor, çöl büyüyor. Zaman devrimi çağırıyor içten içe dışarıya taşmak için biriken yer altı nehirleri gibi. Devrim seraptır önce sonra vaha. Çöl büyüyor. Mesele çölde kalmak değil, çölde serapsız kalmak.