Olağanüstü bir insan olduğu daha ilk karşılaşmada belli oluyordu. Bir kere son derece doğaldı. İncecik, ufak tefek bir adamdı ama aklı ve yüreği Cudi kadardı…
Ragıp Duran
Cizre’de, o zamanki devlet hastanesinin karşısındaki yazıhanesinde karşılaşmıştık ilk kez. 1987 ya da 88 olmalı. Olağanüstü bir insan olduğu daha ilk karşılaşmada belli oluyordu. Bir kere son derece doğaldı. İncecik, ufak tefek bir adamdı ama aklı ve yüreği Cudi kadardı. Şıklığı, özellikle yelek ve kravatları dikkat çekiyordu. Alçak sesle konuşurdu ama yüksek sesli anlamlar üretirdi.
Orhan Doğan, farklı, olağandışı bir Kürt siyasetçisiydi. Meclis koridorlarında, cezaevinde, Cizre’de Çardakların orada, Şırnak’ın sınır köylerinde ya da İstanbul Hilton’da, onu nerede gördüysem hep aynı umutlu, iyimser, rahat bir dostla karşılaşıyorduk.
Mütevazıydı, karşısındakini dinlemesini bilir ona saygı gösterirdi. Kim olursa olsun…
Orhan’ın hakikati
Orhan’ın bir başka özelliği de, Kürtlüğe, Kürt meselesine kilitlenmiş kalmış insanlardan farklı olarak, hakikaten Türkiye çapında bir siyasetçi olmasıydı bence. Avukatlığı sayesinde Edirne’den İskenderun’a dört bir yanda müvekkilleri vardı. Orhan’ı bir gün İstanbul’da ertesi gün Ankara’da, sonra Cizre’de görmek mümkündü. Yerinde duramayan insanlar sülalesindendi. Ama bu gezginliği, bu dinamizmi turistik ya da keyfi olamadı hiçbir zaman. Hep bir yerlere yetişmek, hep bir işleri tamamlamaktı derdi. 10 yılı aşkın süren hapislik döneminden sonra İstanbul Polonezköy’de bir hafta kadar dinleneceklerdi sözümona. Hapishane arkadaşlarıyla muhabbetin yanı sıra ziyarete gelip gidenler ve sonrasında yapacaklarını planladıkları için o zaman da doğru dürüst dinlenememişti zaten.
İnce, rafine, efendi…
Her konuda ince, rafine, efendi bir insan olan Orhan, aynı zamanda sokaktaki insanla da hemen kaynaşıveren, şeytan tüylü bir adamdı. Becerikliydi, bilhassa insan ilişkilerinde. Mesela cezaevinde kendisine “Sayın Milletvekilim!” diye hitap eden gardiyanlarla iyi ilişkileri sayesinde ilk başlarda özellikle görüşmeler sırasında bir dizi kolaylıklar sağlayabilmişti. Sonra İdare, “Bunlara milletvekili demeyeceksiniz!” fetvasını vermiş, bir süre sonra da Leyla Zana’nın neredeyse şartlı affı reddetmesinin ardından koşullar kötüleşmişti. Ne var ki açık görüşmedeki Orhan’la, tel örgüler arasından ancak telefonla görüşebildiğimiz Orhan arasında öyle çok da büyük bir fark yoktu. Uzun uzun ve derin bir şekilde politik çözüm üzerine fikir geliştirmeye çalışıyordu iki Orhan da. Bu kitapta okuyacağınız söyleşilerde savunduğu, geliştirdiği fikirlerin bugün ve yarın için de geçerli olması Orhan Doğan’ın Kürt meselesine hangi perspektiften baktığını da kanıtlıyor.
Peygamber sabrı…
Abartmıyorum, Orhan da peygamber sabrı mı derler, öyle bir olgunluk vardı. Bunca çekmiş bir insan olmasına rağmen, mesela, öyle kendini sıkıp, kontrol filan da etmeden, kimse aleyhinde bir tek olumsuz sözcük kullandığını hatırlamıyorum. Ben bazen kışkırtırdım, ikimizin de pek hoşlanmadığı birisi hakkında konuşurken, ondan aleyhte bir sözcük çıkartmaya çalışırdım. Nafile… Çoğu zaman hafif bir tebessümle geçiştirirdi. Kızıp bağırıp çağırdığını gören de olmamıştır kamu hayatında. Özel hayatı da aynı sükûnet…
Yeşil erik
Orhan Doğan deyince benim aklımdan çıkmayan üç önemli konu/bilgi/olay var: YEŞİL ERİK. Ben de bu meyveyi tanıdığımdan beri fanatiğiyimdir. İlk çıktığında, kütür kütür iken, tuza banıp kilolarca yiyebilirim. Orhan’ın da büyük bir erikçi olduğunu anlayınca, bilhassa hapishane günlerinde, on yaz geçti, ne zaman nerede erik görsem Orhan düşer aklıma. Kızı Ayşegül’ün de onayı ile Cizre’deki mezarının başına bir erik ağacı dikmeye karar verdik. Orhan da erik gibidir aslında. Sert ama diş kırmaz, sulu ama ıslatmaz, kekrek ama acı değil ve en huzurlu yeşil!
Çardak
ÇARDAK. Bugün Cizre’de park haline gelen, Botan kenarındaki alan, eskiden Çardaklar olarak bilinirdi. Üstü yarı kapalı üç-dört mekân vardı, çay içilirdi bazen de kebap yenirdi. Önünden Botan geçerdi. Su aşağıya doğru akardı ve plastik, boş bir şişe atsanız, hem Suriye hem Irak’tan geçip Basra Körfezi’ne varırdı plastik şişe. Çardak, ‘80’li yılların sonunda, ‘90’lı yılların başında bizim Cizre’deki en önemli sığınağımızdı. Çardağa gidip çayımızı içebilmişsek o gece iyi bir gece demekti. Yani çatışma yoktu, gerilla, tanzer, ölü, şehit yok demekti. Çardak, huzurun belki de çözümün hadi biraz da abartayım, Kürt meselesinin çözümünün simgesiydi. Orhan’la Cizre dışında ne zaman görüşsek, son cümlemiz hep “Bir daha sefer Çardakların orada buluşalım,” olmuştu. Çardaklar artık maalesef yok. O eski haliyle yok. O alan kocaman bir park oldu. Orhan’ın cenazesinden sonra taziye çadırı da o parkta kuruldu. Orhan’ın ölümünün birinci yıldönümünün akşamı o Park’ta toplanıp ertesi günün programını konuştuk, Parti’den, Belediye’den arkadaşlarla, Ayşegül ve oğlu Fırat’la. Yine o Park, cenazenin ardından on binlerce insanı ağırladı.
Çatışma anı
O AKŞAM. Cizre’de bütün gazetecilerin en yakın dostu, en iyi haber kaynağı avukat Orhan Doğan’dı. İHD Cizre temsilcisi iken de öyleydi, milletvekili iken de. Ayrım gözetmeksizin, kendisini değil konuyu ön plana çıkararak yerli-yabancı muhabirlere her istediklerini vermeye, bulmaya çalışırdı. Ben kendi tecrübemden biliyorum. Bir keresinde iki gün ara ile önce kaymakam ve tabur komutanından sonra da Cudi Mahallesi’ndeki Komite’den benim için randevu almıştı. Gazetecilerin toplandığı Kadoğlu Oteli’ne gelir, arabasıyla bizleri gitmek istediğimiz yerlere götürür ya da yazıhanede konuşurduk. Evine özellikle ilk başlarda pek gitmezdim. Ta ki bir gün, daha doğrusu bir gece…
Tanzer tarıyor!..
Cizre’de o zamanlar doğru dürüst lokanta olmadığı için Orhan eve davet etmişti. BBC için uzun bir söyleşi yapacaktım. “Yemekten sonra oturur konuşuruz,” demişti. Yer sofrasında yemeklerimizi yedik. Koltuklara kurulduk. Ben teybimi ayarlıyorum. Bir yandan da araç telefonu var yanımda. BBC arayacak, akşam canlı yayına girip günün gelişmelerini aktaracağım. Tam röportaja başlayacağız, olmadı, çünkü teybin düğmesine bastım ki, silah sesleri sardı dört bir yanımızı. Orhanlar alışık, önce hemen ışıklar kapatıldı, herkes talimli, evdekiler doğal mevzilerine girdi: Yemek masasının altı, kanepenin arkası, girişteki dolabın üstü… Bana da pencerenin altındaki koltuğun arkası düştü. “Yat uzan buraya,” dedi Orhan. O da yanıma kıvrıldı. Benim tüm askerlik bilgim, 3 aylık bedelli askerliğin bilgisi. Orhan, sipsivil bir adam olduğu halde, Cizre’de yaşadığı için her bir silahın cinsini, sesini, etkisini, menzilini biliyor.
– Panzer (Yerel halk, Tanzer, der) üzerindeki makinalı bu…
Bizim yazıhaneyi tarıyor…
– PKK’de bunlardan yok…
– Bak duyuyor musun uzaktan geliyor ses… M6 bunlar.
PKK’de de var askeriyede de, ikisi de olabilir.
– Bunlar Cudi Mahallesi’nden geliyor. Kaleş… Milislerin hepsinde bunlardan var.
Orhan, olup biteni o kadar teknik ve ayrıntılı bir şekilde, üstelik son derece sakin bir şekilde anlatıyor ki, gece karanlığına rağmen, gözümün önünde Tanzerler, Cizre meydanındaki özel timler, Cudi Mahallesi’ndeki evlerin damlarından kent merkezini hedefleyen milisler….
Hala o karanlık eşik
Çatışma sürüyor. Zır telefon BBC Türkçe Servisi akşam haberleri. Bağlandım. “Bölgede bulunan arkadaşımız Ragıp Duran günün gelişmelerini aktaracak,” diye girip sözü bana verdi Londra’daki sunucu. Herhalde hayatımda yaptığım en heyecanlı haber. 3 saniye ses yok, yutkundum filan, bu arada dışarıdaki silah ve çatışma sesleri büyük bir ihtimalle yayına giriyor. “Ragıp orada mısın? Beni duyuyor musun?” diye tekrar yayına davet etti beni sunucu. Parazitler ve silah sesleri arasında, “Şu anda Cizre’de silahlar patlıyor. Baskın gibi. İHD Cizre temsilcisi Avukat Orhan Doğan’ın evindeyim. Yaklaşık on dakika önce başlayan…” diye girdim habere. Elimdeki notları filan küçük fenerle okuyabilirim aslında ama Orhan’ın denetiminde ağır ağır (heyecanım belli olmasın diye) bir şeyler anlatıyorum. Anlattıklarım da, taş çatlasa beş dakika önce Orhan’ın bana söyledikleri. Orhan, kimi zaman başını sallayıp söylediklerimi onaylıyor. Bazen yüzünü buruşturup kaleme kâğıda sarılıp bana bir not uzatıyor. Yayındayım. Sonlara doğru, Orhan sol kulağıma eğilip, “background” bilgiyi de verdi : “Bu gece kent merkezinde son bir hafta içindeki dördüncü silahlı saldırı yaşanıyor.” Aslında anlatacak daha çok şey var, gözüm bir yandan da kronometrede, aslında 2 dakikalık zamanım vardı, kronometre 03’15’’ filan gösteriyor. “Ragıp Duran- BBC Cizre,” dedim ve bütün kaslarım boşaldı. Her yerimden sular seller gibi ter akıyor. Hamamdan çıkmış gibiyim. Ve hâlâ karanlıkta yerdeyiz. Orhan, galip gelmiş takımın antrenörü edasıyla, “Çok iyiydin, özellikle panzerleri belirtmen iyi oldu, çünkü yarın Türk basını, ‘PKK, Cizre’yi bastı’ diye haber verecek,” dedi. Nitekim de öyle oldu. Tecrübe konuştu. Sakindi. “Operasyon beş-on dakika sonra biter, merak etme. Çayımızı içer, söyleşiyi de bitiririz,” demişti. Hakikaten de öyle oldu.
Tanzerin imzası…
O geceyi unutmam mümkün değil. O haber, o canlı yayın hedefini bulan bir kurşunla yarım da kalabilirdi. Muhabir de, gönüllü danışmanı ya da yardımcısı ya da o mekânda bulunan bir insan aramızdan ayrılabilirdi. Ev başımıza inebilirdi. Ölümle yaşam arasındaki incecik köprüden geçtik belki 20-25 dakika boyunca. Orhangiller haftada 3-4 kez geçtikleri için bu köprüden alışmışlar, uzmanlaşmışlar neredeyse. Bense bu mekânda ilk kez bu denli ciddi, sıkıntılı anlar yaşıyordum. Böyle bir durumda yanınızda, sakin, akıl dolu, sizi sürekli uyaran, yol gösteren biri olunca, mutlaka daha rahat oluyorsunuz. O gece otele dönmedim. Sabah Orhanların evinden çıkarken duvarlara baktım, Tanzer adeta imzasını atmış duvara.
Yüzbinler yürüdü…
Orhan’la böylesine kötü bir zamanda beraber olunca, lokantada, masa başında hatta cezaevinde bile görüşürken, bu ortamlardaki birliktelikler farklı oluyor haliyle. Dostluğumuzu kocaman Bixi kurşunları bile bozamamışsa artık hiçbir şey bozamaz.
Kürt denizlerinde siyaset yapmak herkesin harcı değil. Türk devleti, PKK, sol ittifaklar, köylün, Barzani ya da Talabani… Hesaba katılması gereken onlarca güç var o âlemde. Orhan, o doğal haliyle, mühendis keskinliğiyle, ama hukukçu haktanırlığı sayesinde bu karmaşık ve çatışan güçler arasında çatışmanın sona ermesi için elinden geleni yaptı. Orhan Türk’ün Kürtsüz, Kürt’ün de Türksüz başarı kazanamayacağını bilenlerdendi. Bu sayede dostu da düşmanı da ona saygı gösterdi. Musa Anter’in yanına göç ettiğinde, sadece hapisten çıkmış eski bir milletvekili idi. Cizre’de en az 200 bin kişi yürüdü cenazesinde. Biri de sormuştu bana: “Hocam, dünyada cenazesine 200 bin kişi gelen başka milletvekili var mıdır acaba?” “Bilmiyorum ama yoktur herhalde,” demiştim. Orhan sadece eski bir milletvekili değildi ki…
Atom karınca ruhu
Orhan’da, cezaevinden çıktıktan sonra daha da fazla ortaya çıkmaya başladı, bir atom karınca ruhu da vardı. Barış Meclisi için çırpındı, parçaladı kendini ama sonucunu da aldı. Başta Yaşar Kemal olmak üzere Türkiye’nin sayılı aydın, yazar ve sanatçısını Barış Meclisi’nin ilk büyük toplantısında Ankara’da bir araya getirdi. Hakkında henüz kesinleşmiş yargı kararı yoktu, mahkemeleri bitmemişti, dolayısıyla her an yeniden içeri girebilirdi ama o harıl harıl çalışıyordu. Ankara’daki AB büyükelçilerine yemek, İstanbul’daki aydınlarla toplantı, medya yöneticileriyle görüşmeler.
Orhanlı başka olurdu…
Altruizm, diğerkâmlık iyi bir şeydir de, bu davranış tarzını benimsemiş insanlar, kendilerine pek bakmazlar. Gerçi Orhan, kendine iyi baksa da, cezaevinde geçirilmiş 10 yıl insanın sağlığını çaktırmadan oyar. Dışarıda geçirdiği yıllardaki günlük stres, sıkıntı öyle herkesin kolayca kaldırabileceği/baş edebileceği sorunlar değildi. Ama Orhan bu halinden hiç şikâyet etmezdi. Aslında canı çıkardı, çok yorulurdu ama bunu çaktırmaz ya da dışa vurmazdı. İçine atardı. Attı attı, sonunda içinin ne kadar dolu olduğunu anladık. Daha da vahimi, Orhan’a en fazla ihtiyacımız olduğu bir dönemde ondan yoksun kaldık. Doğubayazıt’ta Orhan’ın başına gelenler, Türkiye için kara bir leke aslında. Serbest piyasa ekonomisi bir helikopter kiralamasını bile engelleyince, hastayı zamanında bir doktor ekibine ulaştırmak mümkün olamayınca, olup biteni gizleme/karartma/inkâr etme görevi de Ertuğrul Özkök’e kalmıştı. Bir sürü aksilik, engel, ihmal, beceriksizlik -kimi tesadüfî olabilir ama bir kısmı kasıtlı-, bir araya gelince, Orhan Doğan’ın vücudunu aramızdan alıp götürdü.
Orhan, tabii ki tek başına bütün süreci yönlendirebilecek/ değiştirebilecek bir güce sahip değildi. Ama ben çok eminim ki, Orhanlı açılımla Orhansız açılım çok farklı şeyler.
Açılımın geldiği bugünkü (Mart 2010) aşamadan belli olmuyor mu?
(*) Yarıda Kalan Hayat / Nîv Jiyan, İletişim Yayınları 2010