Şeyh Said’in idam edildiği, Abdullah Öcalan’a ise idam cezası verildiği 29 Haziran’ı Öcalan’ın avukatlığını yapan Şakar değerlendirdi: Söz konusu Kürtler ise devlet aklı tarihsel işler
Kürt tarihinin nirengi noktalarını oluşturup, hafızalara kazınan tarihlerden biri 29 Haziran. 1925 yılının 29 Haziranında Şeyh Said ve 46 arkadaşı idam edilirken, yine 1999 yılının 29 Haziranında ise PKK Lideri Abdullah Öcalan’a idam cezası verildi.
İttihat ve Terakki zihniyetinden devralınan mirasla Cumhuriyetin ilanının ardından Kürt halkına yönelen baskı ve katliam politikalarına karşı onlarca isyan yaşandı. Bu isyanların büyük bir çoğunluğu şiddetle bastırıldı. Kürt tarihine kazınan bu isyanlardan biri de, 13 Şubat 1925’te başlayan Şeyh Said isyanı. Tarih kitaplarında “gerici ayaklanma” olarak nitelendirilmesine rağmen resmi belgelerde, “Kürtlerin ulusal başkaldırısı” olarak nitelendirilen isyanın lideri Şeyh Said, 80 yaşında idam edildi.
Şeyh Said birlikte 46 arkadaşı 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda idam edildi. Aynı yıl Kürtlerin “beyaz katliam” olarak tanımladığı Şark Islahat Planı uygulamaya konuldu.
Şeyh Said’in idamından 74 yıl sonra aynı tarihte PKK Lideri Abdullah Öcalan, idam cezasına çarptırıldı.
Öcalan’ın uluslararası bir komployla Türkiye’ye teslim edilmesi, kısa sürede verilen idam cezası ve mahkeme kararının Şeyh Said’in idam edildiği tarihe denk getirilmesinin arkasındaki mesajları avukatlarından Mahmut Şakar değerlendirdi. Şakar’ın Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Ferhat Çelik’e verdiği röportajdan bazı bölümler şöyle:
- PKK Lideri Öcalan, 15 Şubat 1999’da uluslararası bir komplo sonucu Türkiye’ye teslim edildi. O dönemde Öcalan’ın avukatlığını yapmış bir isim olarak yargılama hangi koşullar altında yapıldı?
Mahkeme başkanı adanın askeri yönetimi yanında olmadan bizimle görüşememişti bile. Baştan itibaren sonucu belli ancak göstermelik bir yargılama ihtiyacını karşılamaya yönelik bir kurgu söz konusuydu. Öcalan bu sürece ‘İmralı Tiyatrosu’ demişti sonradan.
Dava belgelerine erişimin sınırlandırılması, sürecin çok hızlı bir şekilde işletilerek hiçbir şekilde hazırlık yapılmasına zaman bırakılmaması, hiçbir talebin mahkeme tarafından kabul görmemesi, tek yanlı işleyen bir yargılama sürecinden bahsedebiliriz.
Öcalan ise ağır tecrit koşulları altında, avukatları ve ailesiyle görüşme olanaklarının son derece kısıtlı olduğu, savunma koşullarına sahip olmadan, idam tehdidi altında bir yargılama sürecinin öznesi oldu. Kendisi zaten bu sürece asla bir kıymet biçmedi. Onun şahsında Kürt halkının özgürlük istemlerini, daha iyi bir yaşam arzularını adeta ateşe attılar. Bu cehennemi süreçten halkıyla birlikte çıkabilmekti aslolan. Yargılama süreci, uluslararası komployu hukukileştirmenin bir yoluydu sadece.
- Öcalan’a verilen idam cezası ile Şeyh Said’e verilen idam cezasının tarihi aynı. Bu iki cezanın aynı tarihe denk gelmesi bir rastlantı mı?
Söz konusu Kürt halkı ise, Türk devlet aklının son derece tarihsel işlediğini, hafızasının çok güçlü olduğunu, bunu her fırsatta sergilemekten de bayağı zevk aldığını söylemek lazım. Elbette bu bir rastlantı değildi. Devlet aklının Kürtlere verdiği bir mesajdı. ‘İsyan eden tüm liderlerinizin başına gelen, Öcalan’ın da başına gelecektir’ mesajını vermek istediler.
Esasından bu yaklaşım biraz da Türk devletinin o dönemki ruh halini de ele veriyordu. Bir zafer havası, zafer sarhoşluğu içindeydiler. Başını ABD’nin çektiği küresel güçlerin marifetiyle gerçekleşen bu haydutluk pratiğiyle Kürt meselesinin kendileri açısından bittiğini vurgulamak istemişlerdir. Şeyh Said’in idamı sonrası isyan nasıl sona erdiyse, tarih bir kez daha tekerrür etmiş gibiydi onlar için. Bu tarihsel örtüşme onlar açısından aynı zamanda zaferlerinin ilan edilmesi anlamına geliyordu.
Bir diğer nokta da isyan, idam ve halk bağlamında tarihsel açıdan yaşanan trajedilere yapılan bir göndermeyi de içermesidir. Hiçbir isyan, sadece liderlerin idamıyla sınırlı bir sonuç yaratmamış, halkın direniş dinamiklerinin tasfiyesi ve bir daha ayağa kalkamayacak hale getirilmesiyle sonuçlanması hedeflenmiştir. Esasında Öcalan hakkında verilen idam kararını uygulayacak koşulların aynı zamanda Kürtler için bir soykırımı da içerdiğini görmek gerekiyor.
Uluslararası komplo dinamiğinin ve Türk devlet aklının böyle çalıştığını, Öcalan’ın da başından beri meseleyi sadece kişisel bağlamda değil, bu tarihsel ve politik sonuçları üzerinden ele aldığını, kendi stratejisini de buna göre oluşturduğunu ifade edebilirim.
- Öcalan’ın idam cezası karşısındaki tavrı ne oldu?
Bizi en çok şaşırtan da zaten Öcalan’ın idam kararı karşısındaki tavrı olmuştur. Öcalan, duruşma süreci içinde bayağı heyecanlı, hatta stresliydi diyebilirim. O döneme kadar Öcalan’ı böyle görmediğimi hatırlıyorum. Öcalan için esas ağır olan idam kararı değil, bizzat duruşma sürecinin kendisi olmuştur.
Avukatlar olarak bizler, doğal olarak yargılama merkezli düşünüyorduk. Bu yargılamanın hem olabildiğince kurallara uygun yürümesi hem de bu yargılama üzerinden Kürt meselesinin, yaşanan savaşın sonuçlarının ortaya konulduğunu bir tartışmaya vesile olmasını hedefliyorduk. Öcalan, çok ifade etmese de avukatları biraz naif buluyordu. Hukuk sürecinden olumlu bir sonuç çıkmayacağını, ne yaparsak yapalım mahkemeden çıkan sonucun değişmeyeceğini o nedenle ne kadar kısa sürede biterse iyi olacağına inanıyordu.
Öcalan açısından önemli olan, yargılamanın ilk günden beri üzerinde durduğu politik stratejinin ifade edileceği bir platforma dönüşmesiydi. Öcalan’ın, küresel desteği alarak büyük bir zafer kazandığını düşünen, aynı zamanda şiddet potansiyeli son derece yükselmiş bir iktidarın hızını kesmeyi, adeta bu süreci dalgakıran olarak değerlendirmeyi hedeflediğini söyleyebilirim.
Hem komplonun yaratacağı yıkımın önüne geçmek, Kürt halkının direniş dinamiklerini korumak hem de orta vadede, yeni bir komployla yıkılamayacak bir direnişin düşünsel temellerini yaratmak, bence Öcalan’ın ilk günden beri esas aldığı bir strateji olmuştur.
- İmralı duruşmaları bunun ilk adımı mı oldu?
Evet. Kendini, barışla ilgili düşüncelerini, ortak yaşam ve demokratik birlikteliğin gereğini ifade etmek istedi. Zaten o dönem savunmasında aklımda kaldığı kadarıyla şunu söylüyordu; “Bugüne kadar Kemalizme ve Türk devletinin yaklaşımına çok ciddi eleştirilerim oldu. Bunları aynen koruyorum. Ama bugün önemli olan eleştiri değil, barışın önünü açmaktır.”
İdam kararının verildiği gün, benim kişisel hayatım açısından da çok etkilendiğim bir gün oldu. Karar verildi, ayaktayız, mahkeme başkanının kırmadığı kalemi müdahil avukatlar ve aileler kırarak kafamıza doğru atıyorlardı. Bekleme salonunda ağzımızı bıçak açmıyor. Kısa bir süre öyle donup kalmışken, birden aklımıza geldi, müvekkilimiz ile görüşmeyi talep ettik ve dört kişiye izin çıktı. 1 saat 45 dakika görüştük o gün. Mahkeme salonundan hapishaneye gittik. Öcalan, tam karşımızda, sırtını havalandırma kapısına vermiş, sandalyede oturuyordu. İlk defa sandalyede yaylanarak oturduğunu gördüm. Bir arkaya bir öne gidiyordu. Bizi gördü. Kahkaha atıyordu, bir elini havaya doğru kaldırarak, sevinçle “hukuk bitti, siyaset başladı” dedi.
Bundan sonra top siyasetteydi ve özgüvenli bir şekilde, gülümseyerek; “Biz siyaseti iyi biliyoruz. Bundan sonra öyle adımlar atacağız ki, halkımızın boynundaki idam ipini çıkarıp atacağız” dedi.
O görüşmeyi de mahkemede son söz olarak söylemeyi düşündüğü ama o kargaşa ve heyecanda unuttuğu bir sözle bitirdi; “Özgürlük Kazanacak”.
- Kendisine verilen idam cezasının Şeyh Said’e verilen idam cezasıyla aynı tarihe denk getirilmesine ilişkin bir açıklaması oldu mu?
Öcalan açısından esas olan devleti tartışmak, anlamak veya yorumlamak değildi. Devletin kurucu karakterini de, reflekslerini de çok iyi bilen bir insandı. Devlette analiz edilecek yeni bir yan yoktu yani. Esir düşmesinin de devletin kerameti olmadığını, küresel haydutlar koalisyonunun eseri olduğunu biliyordu. Dolayısıyla savunmalarda yer yer ele almasının dışında bizimle konuşma ve tartışmalarda bunun üzerinde çok durmazdı. Onun için önemli olan “gelmekte olanı nasıl engelleriz” sorusuydu. Ve “halkımızı sağ salim karşı kıyıya nasıl geçireceğiz” sorusuydu.
- Öcalan 20 yıldır İmralı Cezaevi’nde tutuluyor. Türkiye geçen bu zaman diliminde amaçlarına ulaşabildi mi?
Türkiye, bu 20 yıl içinde hem kendi içinde hem de uluslararası alanda pek çok değişim geçirdi. Tek bir politik hatta ilerlemedi. Dolayısıyla değişimlere göre de Kürt meselesine yaklaşım ve Öcalan’a yaklaşımda farklılıklar yaşandı. Bazen zamana yayılan bir çürütme konsepti izledi, bazen görüşme yoluyla çözüyormuş gibi gözükerek zaman kazanmaya, oyalamaya bazen de sert bir askeri yönelimle sonuç almaya çalıştı. Ancak tüm bu zaman diliminde uluslararası komployla, Öcalan’ın esaretiyle istediği sonucu alamadığını düşünüyorum.
Komplonun uluslararası karakteri Öcalan’ı, yeni bir paradigma yaratacak bir sorgulamaya, düşünsel çabaya itmiştir. Ciddi bir külliyat bu düşünsel mücadelenin ürünleri olarak açığa çıkmıştır. Kürt halkı üzerinde devam edegelen kolonyal rejimin inşasından bugüne kadar ayakta kalmasına yol açan etkenin küresel düzenek olduğunu, bunlarla hesaplaşmadan kolonyalizmin aşılamayacağını düşünüyordu.
Zemini oluştuğunda Rojava devriminin yeşermesi, bu düşünsel çabanın, emeğin, paradigmanın varlığıyla ilintili olup Öcalan’ın ulaştığı sonuçların/çözümlerinde adeta test edilmesi olmuştur. İmralı duruşmaları sürecinden başlayarak yeni bir paradigma oluşumuna kadar yaşadığı her anı, her süreci Öcalan, Kürt halkının ve tüm ezilen halkların kazanımı için bir fırsata dönüştürmeye çalışmıştır. Bunu muazzam bir içsel sorgulamayla, yoğunlaşmayla, emekle, sabırla, inançla, dirençle, kararlıkla ve halkına güvenerek yapmıştır.
Bugün öylesine ağır ve yıkıcı bir devlet şiddetiyle karşı karşıyayız ki ölülerimiz bile bundan payını alıyor. Rejim tüm sermayesini, Kürt soykırımı için masaya sürmüş durumda. Bu olgu zaten aradan geçen 20 yılda kazanamadığının temel göstergesi. Artık ne 1925’teyiz ne de 1999’da. Kürtler için risk de kayıp olasılığı da ortadan kalmış değil elbette. Ama direniş ve kazanma olanaklarının hiçbir zaman bugünkü kadar büyük olmadığını da görmek gerekiyor.
Kaynak: MA / Ferhat Çelik