Bundan on sene kadar önce Documentarist’in konuğu olarak İstanbul’a gelen Finlandiyalı belgesel yapımcısı Iikka Vehkalahti, sunduğu sinema dersinde medyanın körlüğüne dair çarpıcı bir örnek vermişti. Dediğine göre, Hindistan’da bir gün hava sıcaklığı normalin üzerine bir hayli yükselince ertesi sabah çıkan gazetelerden birinde şu başlık gözükmüş: “Aşırı sıcaklar, Yeni Delhilileri klimalı evlerine kapattı.” Başlık ilk bakışta sıradan ve makul gözüküyor, aşırı sıcaktan kaçmak için yapılacak en iyi şey, evde kalıp klimayı açmaktır. Fakat bir şey atlanmıştı: Yeni Delhi’deki evlerin yüzde 90’ında klima yoktu! Vehkalahti, dersin içeriği bağlamında konuyu belgesele bağlamış, medyanın gözünü kapadığı bu yüzde 90’ın hikâyesini ancak belgesellerde bulabileceğimizi söylemişti.
Şehirde yaşadığı için dünyanın tamamını şehirli varsayan, dahası orta sınıf ve yukarısından ibaret gören son derece tanıdık bir medya refleksi bu. Memlekette ilk kar haberlerinin ancak İstanbul’a kar yağdığında karşımıza çıkması gibi bir durum.
Burada konu elbette medyanın sınıfsal körlüğünden ibaret değil. Meselenin, hepimizi içine alan daha geniş bir boyutu var. Kendimizi içine kapattığımız alemlerden dışarıya bakınca dünyayı nasıl gördüğümüzle ilgili bir mesele. Bazen istemsizce dile sirayet ederken bilinç altındakini ele veren, bazen de yıllardır taktığımız ve başka türlü bakıp görmemize izin vermeyen gözlüklerin etkisiyle edindiğimiz yargılar, dikkat edince ne kadar fazla aslında.
Yukarıdaki anekdotu aktarışımda bile, sonradan farkettiğim bir cehalet saklı. “Hindistan’da bir gün…” gibi bir genellemeyle açmışım lafı, Hindistan’ı neredeyse bir şehre indirgeyerek; koskoca ülkenin her yerinde sıcaklığın aynı olacağını varsayarak. Bunun öyle olmadığını bilmek için Hindistan’ı gezip deneyimlemiş olmak da gerekmiyor oysa. Peki nereden geliyor bu sarsılmaz güven? Karmaşık gerçekleri basite indirgeme kolaylığından ve bu indirgenmiş “bilgi”yle yargıya varmanın dayanılmaz hafifliğinden olsa gerek.
Yeni tip Corona virüsü henüz dünyanın geri kalanını fethetmemişken, Çinlilerin yemek alışkanlığına dair feci videolar paylaşan, çekik gözlülerin köpeklere uyguladığı zulme isyan eden ‘beyaz’ları düşünüyorum. Aralarında, atalarının yüz yıl önce Hayırsızada’ya attıkları binlerce köpeğin halini hatırlayan çıkar mı acaba? Çin’de falan değil evinin birkaç kilometre ötesinde yaşanan bu dehşetin bilgisine ve tüm ayrıntılarına ulaşmak o kadar kolay ki. Ama 110 yıl önce birlikte yaşadığımız sokak hayvanlarına yaptıklarımız ile virüsün bize yaptığı arasında bağ kurmak belli bir muhakeme çabası gerektirir; yalan yanlış videolar paylaşmaktan çok daha zor bir iş.
Hepimiz çoğu zaman dünyaya kendi normalimizi referans alarak bakıyoruz. Virüse karşı elimizi sabunlu suyla yıkamayı telkin ederken bile, dünyada bu olanaklara sahip olmayan milyonlarca insanı dışlıyoruz. Burada cehaletten gönüllü körlüğe varan geniş bir skala söz konusu.
Binlerce köye kışın aylarca ulaşılamayan bir coğrafyada uzaktan eğitim konuşuluyor; her çocuğun evinde bilgisayar, her velinin elinde akıllı telefon olduğu farz ediliyor. Pınar Öğünç’ün röportaj yaptığı bir öğretmenin dediği gibi: “EBA şu anda toplumun ‘normal’ diye karşıladığı, sağlıklı, Türkçe bilen, televizyonu olan, orta sınıf çocuğa hitap ediyor… Asla kapsayıcı değil.”
Sınıfsal bakış bilgisizlikle açıklanıp geçiştirilecek masum bir duruş değil. Hele karar merci olduğunda ölümcül sonuçlara yol açıyor. Geçen aylarda Hindistan’da sağcı popülist hükümet vatandaşlarına “evde kal” diyerek, önceden uyarma gereği duymadan ülkeyi birkaç haftalığına kapatıverdi. Gel gelelim, büyük kentlerde gündelik işlerle karnını doyuran binlerce insanın gidecek bir evi bile yoktu. Göçmen işçiler yüzlerce kilometre yürüyerek köylerine, ailelerin yanına dönmeye çalıştı; bir kısmı yolda açlıktan ve susuzluktan öldü. Hükümetin sözüm ona vatandaşlarını virüsten korumak için aldığı karar sonucunda oldu bunlar. Her şey gibi idrak da, cehalet de sınıfsaldır.