Muhtemelen algı yönetiminin işlevine dair birçoğumuzun bildiği en eski rivayetlerden biri Lidya Kralı Karun’un (Kroisos) kendini kandırma biçimi olarak anlatılan hazin hikâyesidir. Kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne kadar gelen bu anlatıyı bir nevi algı yönetiminin prototipi olarak görmek mümkündür, çünkü bugün iletişim bağlamında kullanılan algı yönetimi sistematiğiyle aynı mantık üzerinden inşa edilmiş bir “çarpıtma” mekanizmasıdır. Gerçeğin ters çevrilmiş hali olarak işlev gören bu eğreti algı yönetimi algıda seçiciliği öncül kılmaktadır. Dolayısıyla o günle bugün arasındaki benzerlik salt bu mekanizmaların hala aynı düsturlarla çalışıyor olmasından değil, bilakis birebir aynı mantık ve saiklerle yürüyen bir yanılsama sistematiği olarak işliyor olmalarındandır.
Diğer bir ortak yanlarıysa görünen veya söylenenin tamamını veya sarih olan kısmını değil, pragmatik faydacılık mantığıyla “algıda seçicilik” kısmına odaklanmaları ve hatta ona inanma kifayetsizlikleridir. Söz konusu kifayetsizliğin ortaya çıkardığı başat edinim her şeye kadir olma inancıdır. Şüphesiz bunlardan biri de zenginliği ve mutlak gücüyle ün salmış Lidya Kralı Karun’dur. Onun döneminde, Lidyalılar parayı bularak tarihte bir çığır açmış ve kral da adını tarihe yazdırmayı başarmıştır. “Karun kadar zengin” gibi birçok halk deyimine ve efsanesine konu olan kral, algıda seçicilik üzerine bir dünya kurarak zamanla hakikatten kopmuş ve kendine özgü bir “doğruluk üçlüsünü” yaratmıştır.
Hakikatten uzaklaşma üzerine yaratığı algı ve ona bağlı sözde doğruluk üçlüsüyle dokunduğu her şeyin altına dönüşeceğine inanır ve kendini bu denli kudretli hissederdi Karun. Kadim Ortadoğu halkları arasında kudretli Karun olarak bilinen Lidya kralı efsanesinin bir kısmı da budur aslında. Algıda seçicilik ve kibir onu körleştirmiştir ve bunun sonucunda kendisi de kandırmacanın bir parçası, hatta mağduru olmuştur. Yani kendisinin oluşturduğu o algı düzeneğinin içine bizatihi kendisi düşmüştür.
Rivayete göre günün birinde kral Karun, Lidya’nın ünlü kâhinini aceleyle yanına çağırır ve ona yeni bir savaş istediğini söyler. Babiller başta olmak üzere Mısır ve Sparta krallıklarıyla kurduğu ittifaka güvenerek Perslerle çarpışmak istemektedir. Kâhine, Perslere karşı yürümesi gerekip gerekmediğini sorar. Büyük kâhin kralın gözlerinin içine bakarak kehanetini şöyle ifade eder: “Bunu yaparsanız, güçlü bir imparatorluğu yok edeceksiniz”.
Kral bu sözleri duyar duymaz ilahi bir mesaj almış gibi gözleri parlar ve heyecanlanır. Çünkü kendisinin kurduğu algı düzeneğinde Pers imparatorluğundan daha büyük bir imparatorluk yoktur ve algısı onu hemen savaşa girmeye ve büyük bir zafer hırsına sürükler. Ona göre, kâhinin kehaneti onun bu savaştan zaferle çıkacağı anlamına geliyordur, çünkü duymak istediği budur, algısı sadece buna açıktır ve odağında büyük bir imparatorluğun yıkımı vardır. Nihai bir zafer istemektedir, güçlü bir imparatorluk yok edilecektir ve günün sonuna geldiğimizde kâhinin kehaneti gerçekten gerçekleşir, büyük bir imparatorluk yok olur.
Gel gelelim yıkılan imparatorluk kendisinin hükümdarı olduğu Lidya imparatorluğu olur, kurduğu algı düzeninin içine düşmüştür. Kibir ve güç kendi sonunu getirmiştir. Ne kâhinin gözlerine bakmıştır ne de sözlerine kulak vermiştir, sadece duymak istediklerini duymayı seçmiştir. Böylelikle, zafere koşacağına emin olan kral mütemadiyen kaybetmiştir. Kral Karun’un, algı yönetimi üzerine bina ettiği sistem hem kendi çöküşünü mühürlemiş hem de Lidya medeniyetini yok etmiştir. O günden bugüne bu coğrafyada birçok şey değişti ama tek değişmeyen hep bu oldu. Doğu toplumlarının yönetici kadrolarının çoğunluğu için geçerli olan bu mitolojik aktarımın, o günden bugüne hiç değişmeden devam ettiği iddiasındayım. Algıda seçicilik mekanizmasıyla işlev gören bu kibir yüklü ve üstenci bakışın zamanla hakikatten uzaklaştığını, olgusal gerçekleri görememeye başladığını ve hatta habis bir körleşmeye dönüştüğünü bugün coğrafyanın maruz kaldığı galizliklerden görüyoruz.
Bir gerçeklik dejenerasyonu olarak işlev gören körleşme olgusu, hem dili insanlar arası bir iletişim aracı olmaktan çıkarır hem de algı mefhumunun hakikatle olan bağını ortada kaldırır. Canetti’nin “körleşme”sinde olduğu gibi oradaki dil, temel bir iletişim aracından ziyade bir “algı anlayışının ürünü” olarak algıyla gerçeklik arasında cereyan eden tulani bir boğuşma simgesine dönüşür. Böylece o boğuşma seremonisi sonucunda nefessiz kalan her zaman gerçek olur, her ne kadar hakikatin onu tekrardan diriltecek kadar kudretli olduğunu bilsek de, bu böyledir. Buna göre gerçeği algılama ve aktarma yetisinin buharlaşması neticesinde hem gerçek hem de onu var eden koşullar tamamıyla ortadan kalkar ve algısal seçiciliğe göre pragmatik bir “sözde doğruluk beliti” inşa edilir. Gerçeğin algılama yetisinin yitimi olarak toplumların algı dünyasını manipüle eden bu durum Lidya kralının hikâyesinde olduğu gibi bir yönetim ihtirası olarak işlev gördüğü için genellikle algıda seçicilik üzerine tesis edilir. Söz konusu bu algı yönetiminin işleyiş biçimi ister otokrasi, ister diktatörlük, ister monarşi üzerine kurulu olsun, hiçbirinin sonu kibirli Karun’un sonundan farklı olmayacaktır.