Alman yazar Jutta Ditfurth, ‘Faşizmin Modernizasyonu’ adlı kitabında, faşizmin; milliyetçi, mistik ve insan sevmeyen yüzünü yeniden modernize etmeye çalıştıklarına ve örgütlenmek için ideolojik bir ‘dayanak’ olarak ‘ekolojinin sağcı yorumunu’ kullandıklarına dikkat çekmektedir. Türkiye’de faşist partiler ve yine bazı ‘sol’ faşist yapıların gazete ve TV’lerinde ekoloji meselesine ilgi gösterildiğini görmekteyiz. Bu ilgi faşizmin modernizasyonuna dönük adımlar olarak değerlendirilmelidir. Faşist partilerin iktidar savaşlarında ‘entellektüel’ bir dil tutturma çabası ile ekoloji sorunlarını dillendirmeye başlamışlardır. Bunu Türkiye’de İyi Parti’nin söylemlerinde yakalamak mümkündür.
Toplumsal ekolojist Murray Bookchin derin ekoloji, biyo-merkezcilik, Gaiacı bilinç ve eko-teoloji gibi birçok anlayışı eko-faşizme bağlamaktadır. Bookchin, “Mistikleştirmenin arttığı bir zamanda kendi yönünü bulmak için zor seçimler yapmak zorunda kalan ekoloji akımlarının ta kendisidir” der. Amerikalı ‘derin ekolojist’ Bill Devall, ekoloji hareketi içerisindeki birçok kişinin sol görüşlere sahip olmasından yakınır ve toplumsal adalet konularının, yalnızca dikkatleri ekolojik bunalımın gerçek nedeninden uzaklaştırdığını ileri sürer ve bunalımın en önemli nedenini aşırı nüfusa bağlar. Derin ekolojinin bazı destekçileri ise AIDS vb salgınlardan ve açlıktan ölümlerin doğanın insanlardan intikamı olduğunu ve buna karışmamamız gerektiğini söyler. Son yaşanan Koronavirüs salgını sırasında ortaya çıkan iddialarla örtüşen bu düşünce kapitalist üretim ilişkilerinin adını anmaz.
Toplumsal ekolojist Janet Biehl ise bu tür düşüncelerin pan zehiri olarak, “Ekolojik politikanın gericiliğe ve faşizme sapmasını önleyecek olan şey, ekolojik bunalımı toplumsal bir bağlama yerleştiren açık bir toplumsal vurguya sürekli sahip çıkan bir ekoloji hareketi” olabileceğine vurgu yapmaktadır. Ekolojik yıkımın kapitalizmin bir sonucu olduğu gerçeği derin ekoloji, biyo-bölgecilik vb. akımlarca ‘derin’ biçimde görünmez hale getirilmektedir. Murray Bookchin, “Ekolojik olarak düşünmek doğanın alanına girmektir. Bu çok tehlikeli bir adım olabilir. Ciddi politik belirsizlikler doğa felsefesinin kendi içinde devam eder ve devrimi olduğu kadar gericiliği de besleme potansiyeline sahiptir. ‘Topluluk’ ve ‘insanlığın doğa ile birliği’ hakkındaki buğulu söylemler, Faşizmin ırk, ‘kan ve toprak’ mitleri ile soykırımsal doruğuna ulaşan ‘doğalcı’ milliyetçilik mirası ile kolayca kaynaşırlar” sözleriyle eko-faşizm tehlikesine işaret etmektedir.
Mistizme uzak olmayan birçok örnek Türkiye coğrafyasında da ortaya çıkmaktadır. ‘Doğaya dönelim’, ‘organik beslenelim’, ‘ekolojik çiftlik veya köy’ gibi vurgularla ortaya çıkan yapıların büyük çoğunluğu mistizmi büyütmektedir. Diğer yandan Yeşil düşünelim vb. söylemler üzerinden sorunların toplumsallaşması önünde barikat oluşturulurken toplumun diğer sorunlarının ekolojik yıkımlardan bağımsız yaşananlarmış gibi bir algı yaratılıp, kapitalizmin çok yönlü saldırılarının maskelenmesine bilerek ya da bilmeyerek hizmet edilmektedir. Bugün düya da gerçekler tersine çevrilip halklara sunulurken, sanal gerçeklik üzerinden rıza üretilip, sunulanı kabul edilir hale getirilmektedir.
Neoliberalizmin doğurduğu ‘Sivil Toplum Kurumları’ (STK) içine sanayicilerden, insan hakları mücadelesi yürüten örgütlere, siyasi partilere kadar tamamını aynı torbaya atılıp aynılaştırılmaktadır. Birçok STK’da çalışanlar kapitalizmin birer çalışanı ve toplum üzerinde birer rıza üretme aracından başkaca bir işleve sahip değildir. Bu gerçeğe rağmen anti-kapitalistlerin söylemlerine yapışan STK kavramı, mücadeleleri güçsüz bırakmaktadır. STK yapılarına fonlar aracılığıyla paralar aktarılıp buralarda ‘rıza üretme’ görevinin özellikle başında olanlara yüksek ücretler ödenerek bu durum sürdürülmektedir. Bu örgütleri temsil eden ve en çok sesi duyulan kişiler, kapitalizmin sarmalında gerçeklerin görünmez kılınmasını sağlamayı amaçlarlar.
Bu durum hem ekoloji mücadelesi içinde hem siyasi partilerde hem de diğer birçok kurumda kendisini gösterir. Bu kesimleri sarmalın farklı dişlisi haline getiren kapitalizm, karmaşık gibi görünen bu süreçte istediğini almaya devam etmektedir. Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) ile Sivil Toplum Kuruluşları (STK) basit sıradan bir ayrışma değildir. Bu ayrışmanın ilk adımları 90’lı yıllarla atılmış ve ağızlarımıza pelesenk edilip birçok kötülüğe ‘bilim’ adına rıza gösterme eğilimleri beslenmiştir. Lütfen STK dilini ve yapısallığını terk edin ve demokratik olana yani gerçeğe geri dönün…