HDP’ye yönelik basın ambargosunu değerlendiren Doç. Dr. Tezcan Durna, cunta döneminden daha vahim bir medya yapılanmasının olduğunu kaydederek ‘Türkiye’de tek adamın belirlediği bir tercih söz konusu’ dedi
Habertürk’ten Didem Arslan Yılmaz’ın “Burası bir kamu televizyonu değil, özel sektörüz. Bu bir tercihtir” diyerek HDP’lileri kanala çağırmadıklarını açıklamasının ardından, HDP’ye yönelik 2015 yılından bu yana süren basın ambargosu daha fazla tartışma konusu oldu.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen Barış Akademisyeni Doç. Dr. Tezcan Durna, konuya ilişkin Mezopotamya Ajansı’ndan Zemo Ağgöz’ün sorularını yanıtladı.
Didem Arslan Yılmaz’ın “Burası bir kamu televizyonu değil özel sektörüz. Bu bir tercihtir” sözleri, gazetecilik etiğinin unsurlarından kamu yararı, tarafsızlık ve cevap hakkını yok saydığı nedenleriyle eleştirildi. Siz Yılmaz’ın “tercih” ve “özel sektör” çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada 1970’li yılların sonlarına, Türkiye’de de 80’lerden itibaren hakim kılınmaya çalışılan neo-liberal politika sistemi var. Bu sistem içerisinde gazetecilik ve yayıncılığa dair düzenlemeler ciddi bir değişime ve dönüşüme yol açtı. Ama özellikle kitle medyasının yaygınlaşmaya başlamasıyla beraber ‘Gazetecilik ticari mi yoksa kamu faaliyeti midir’ tartışması uzun yıllara uzanıyor. Bu ikilem, gazeteciliğin özünde olması gereken dördüncü güç işlevini hakkıyla yerine getirip getirmediğine dair tartışmayı kilitleyen bir paradoks. Basın bir kamusal hizmet ve halkı olan bitenden haberdar ederek, oradan bir duyarlılık yaratma hedefi var.
Şuan yaşadığımız da böyle bir şey. HDP, vekilliklerin düşürülmesinin ardından bunu bir darbe olduğunu ispatlamak ve toplumda bir duyarlılık yaratma gibi bir maksatla yürüyüş başlatıyor. Ama Türkiye’deki medya yapılanmasında uzun zamandan beri tepeden bir müdahale söz konusu olduğundan HDP’nin olmadığı bir ortamda haklarında birtakım insanlar bir araya gelip ahkam kesmeye, spekülasyonlar yapamaya başlıyor. ‘Kamu, ticari yayıncılık’ buradaki gerçeğin üstünün örtülmesine yol açan bir takım paravan savunmalar. ‘”Türkiye burası, zaten böyle gelmiş böyle gidecek, yapacak bir şey de yok” demek yerine ısrarla yaptıklarının yanlış, ahlaksızlık, vicdansızlık olduğunu yüzlerine vurmakta fayda var.
Bunu sadece Habertürk yapmıyor. Uzun süredir HDP’nin yer almadığı programlarda HDP konuşuluyor…
Tabi ki Habertürk’e özgü değil. Türkiye’nin sadece bu dönemine de özgü değil. Genel olarak endüstriyel ve ticari medyanın yapısal sorunlarından, örgütlenme ve çalışma biçiminden kaynaklı. Gazetecilik, meslek etiğini geçtim insanlık etiği açısından bile anlamlı bir yerde durmuyor. Adabı muaşeret kurallarına bile uygun bir davranış biçimi değil. Ama Türkiye’de son dönemde yaşanan olaylara baktığımızda neyin doğru, neyin düzgün yürütüldüğü konusunda tartışmalar devam ediyor. Buna karşın ‘Türkiye burası, zaten böyle gelmiş böyle gidecek, yapacak bir şey de yok’ demek yerine ısrarla yaptıklarının yanlış, ahlaksızlık, vicdansızlık olduğunu yüzlerine vurmakta fayda var.
Didem Arslan’ın açıklamalarının ardından Veyis Ateş ile Mehmet Akif Ersoy da bu tartışmalara katıldı ve “HDP’nin terör örgütünü kınamadığı için programlarına çıkarmadıklarını” savundu. Ersoy, HDP’yi “evrensel ilkeler” gereği yayına almadıklarını söyledi. Gazetecinin evrensel ilkeleri nelerdir?
Temel olarak toplumsal alanda politik bir aktör ya da bir olayın mağduruyla ilgili bir olayı haberleştirirken, gerçeği mümkün olduğunda gerçeğe en yakın olanı vermek için birtakım ilkelerdir bunlar. Tartışmaya HDP’nin 6 milyon almış bir parti olduğu noktasından dahil olunuyor. Bir oy bile almış olsa böyle bir muameleyi hak etmiyor. Eşit söz hakkı vermeyi geçtim, hakkında 2 hatta 5 saatlik program yapıyorsun ama doğrudan ya da dolaylı olarak tek bir kişiyi programa almıyorsun. Bunun evrensel ya da yerel hiçbir ilkeyle tanımlanabilir izahı yok.
Gazeteciliğin evrensel ilkeleri tartışılırken Cüneyt Özdemir’in, çağırdığı HDP’lilerin programına katılmak istemiyormuş gibi bir tarzda video paylaştı ve çok gündem oldu. Siz izlediniz mi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cüneyt Özdemir, bir taraftan ana akım medyada varlığını sürdüremeyen ama bir taraftan da habercilik yapma iddiasında olan bir insan. Çok amiyane tabirle ‘ne camiye ne havraya yarayabilen’ biri. “HDP’ye yapılan yanlış, ben de lütufta bulunarak onlara ulaşmaya çalıştım ama geri dönüş alamadım” diyor. Ama o kadar sinik ve riyakâr bir gülüşle bunu anlatıyor ki samimiyetten uzaklığı da beraberinde getiriyor. Burada bir taraftan HDP ve HDP’yi destekleyenler nazarında kendisini aklamaya çalışıyor, bir taraftan da sözde gazetecilik faaliyetini yerine getiriyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Ama bunun böyle bir saikle yaptığı kanaatinde değilim.
Ama yarın öbür gün iktidarın devamı Kürtlerle barışı tesis etmesine bağlı olsa Habertürk, CNN Türk vb. koşa koşa HDP’lilerin peşine düşecektir. Türkiye’de yapısal sorunların ötesinde tek adamın belirlediği bir tercih söz konusu. Bu açık bir şekilde ortada artık.
İktidarın oluşturmaya çalıştığı “öteki” tarifinde medyanın rolü nedir?
Ermeni bir araştırmacı olan Yetvart Danzikyan, ‘Değişmeyen Öteki Ermeniler’ başlıklı yazısında, Türkiye’nin öteden beri var olan resmi ideolojisini ancak medya sayesinde yürütebileceğine ilişkin temel bir tespitte bulunuyor. Medyanın kimlerin ‘öteki’ olduğuna dair bilgiye sahip olduğunu söylüyor. Medyanın konjektöre ve iktidar yapısına göre değişebilen ötekileri vardır. Ama değişmeyen ötekiler; azınlıklar, Kürtler, LGBTİ+ bireyler, Alevi’lerdir. Kürtler son yüz yıldır Türkiye medyasının değişmez ötekisi. Barış girişiminin olduğu bir iki yıllık süreç dışında, Türkiye siyasetinde ne zamanki ‘Kürtlerle barış olmayacağına’ dair kaygılar ön plana çıktığı zaman tekrardan bir öteki olarak ilan edilmeye başlandı. Ama yarın öbür gün iktidarın devamı Kürtlerle barışı tesis etmesine bağlı olsa Habertürk, CNN Türk vb. koşa koşa HDP’lilerin peşine düşecektir. Türkiye’de yapısal sorunların ötesinde tek adamın belirlediği bir tercih söz konusu. Bu açık bir şekilde ortada artık.
Bunun yarattığı sonuçlar nelerdir?
Medyadaki üretim ilişkilerine ‘parayı veren düdüğü öttürür’ gibi kaba araçsal bir yaklaşımla yaklaşmıyorum. Birisi yukardan bir şey diyor sen de ona mutlak bir şekilde uyuyorsun değil. Onu içselleştirmezse, öyle düşünmese kimse ona söyletemez. Ama tabi ki Türkiye’de medya şirketlerinin çoğu, pek çok alanda faaliyet gösteriyorlar, yatırımları var. Bu yatırımların pek çoğunun muslukları iktidarın elindedir. Bunlardan feragat etmek o kadar kolay değil. Hepsinin ödleri kopuyor. Arka planda neler dönüyor bilemiyoruz ama sıkı sıkı tembihlendikleri çok belli. Bu ana akımda devam ettirilen gazetecilik faaliyetinin de trajedisi. Gazetecilik mesleğini yaptıklarını iddia eden kişiler, gazetecilik nosyonundan o kadar uzaklar ki halka bilgi vermek ya da gerçeğin peşinden koşmak yerine, devleti geçtim patronun çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Gerçek dediğin şey bir tanedir. Hırsızlık ya da tecavüz ya vardır ya yoktur. Ama ana akımdaki gazeteciler ortaya çıkan bir tecavüzün gerçekliğini açıklamak yerine, tecavüzü meşrulaştırmak gibi bir misyon üstlenmiş durumdalar. Halka sorumluluk duyacaklarına patronun çıkarları doğrultusunda onu savunan birtakım şeyleri anlatmaya çalışıyorlar. Kraldan daha kralcı oluyorlar.
Ana akım medyanın kamu yararına hizmet etmeyen haberler yaptığı uzun yıllardır tartışılıyor. Son açıklamalar, medyanın geldiği durumu nasıl özetliyor?
Türkiye’de medya tarihi hep sorunlu. Ama 1960’dan 1980’li yıllara kadar uzanan dönem basının gerçek anlamda habercilik yaptığı, toplumsal çelişkileri düzgün bir şekilde okuyucuya anlatabildiği istisna dönemler. Günümüzde ise cunta döneminden daha vahim bir medya yapılanması ve otoriter bir yapı oluşmuş durumda. Herhangi bir konuda yapılan haberler bile yetkili kurullar ya da mahkemeler tarafından haber durdurma, yayın yasağı getirme gibi uygulamalara maruz kalabiliyor. Bu koşullar altında sürdürülmeye çalışılan habercilik zormuş, imkansız hale gelmiş gibi görünüyor. Ama bir yerden başka bir yere su taşımak için kullanılan patlak bir hortum var ve içerisinden de debisi yüksek bir su gidiyor. Bir yerdeki patlağı yamamaya çalışırken başka bir yerden patlak veriyor. İktidarın şunda medya yapılanması açısından yapmaya çalıştığı şey böyle. İçerideki suyu topluma benzetecek olursak ciddi bir reaksiyon, gerçek bilgiye ciddi bir açlık var. İktidarın yapmaya çalıştığı bu yamalar, beyhude çabalar. Türkiye’yi ayakta tutacak, ilerletecek tek şey özgürlüklerin daha genişlemesi.
Peki, mevcut tabloyu hangi anlayıştaki gazetecilere kurtarabilir? Böylesi dönemlerde ihtiyacımız olan gazeteciler hangileridir?
Sadece ana akımda faaliyet yürüten gazetecilerin eksiklerine odaklanılıyor ama alternatif mecralarda yapılan işlerde de ciddi sıkıntılar var. Her şeyden önce her gazetecinin bir ideolojisi vardır. Ancak gazetecinin sadakat duyması gereken tek şey gerçektir. İdeolojisi ya da içerisinden geldiği kültür, etnik kimlik değil, gazeteci tek bir şeye, gerçeğe sadakat duyar. Gazeteci ısrarla sorduğu soruya yanıt alamadığında başka soruya geçelim derse, gerçeğe sadakat değil, soru sorduğu kişinin temsil ettiği politikaya sadakat duyuyor demektir. Gerçeğin peşinde olan gazeteciler piyasada ısrarla var olmaya çalıştığı zaman belki başka türlü bir haber, medya yapısı ortaya çıkacaktır.
ANKARA