Uzun yıllar önceydi, 12 Eylül günleri… Sıkıyönetim kanununun bir maddesi gereğince cezaevinden 45 günlüğüne yeniden sorguya alınmış, yaşadığım kentin emniyetine getirilmiştim. Artık Allah ne verdiyse! Şimdi kaçıncı gündü bilmiyorum, saymıyordum da zaten. Bir ara çıkardılar hücreden, gözler bağlandı edildi, bir sürü koridordan geçtik ya da belki geçmedik, neyse sonunda bir yere geldik. Bir kadın sesi duydum: “Şikâyetiniz var mı?” Bir an durdum, gözlerim de kapalı, öyle her yanım simsiyah… “Nasıl yani?” dedim. “Hükümet tabibi lan!” dedi kolumdan tutan biri. Durdum. “Görmüyor musunuz” dedim boşluğa doğru. Aynı boşluktan aynı kadın sesi, gömleğimin çıkarılmasını istedi ve yeniden sordu: “Bir şikâyetiniz var mı?” Yeniden yanıt verdim: “Gerçekten görmüyor musunuz?”
Gömleğimi neden çıkartmıştı ki? Ayaklarıma baksa yeterliydi ve tabii ki bakıyordu; tabanları patlamış, kan oturmuş ayaklarımı, falaka ipinden morarmış bileklerimi görmemesi mümkün değildi! Bal gibi görüyordu! Yanıt vermedi.
Sonra, ensemden tutup geri götürdüler beni. O kadar… Hükümet tabibi! Hekim yani. Tıp Fakültesini bitirmiş, diplomasını almış, bildiğin doktor! Raporunu da gördüm sonradan; ayaklarım yokmuş benim meğer. Ona inandım, hiç yokmuş!
Şimdi, İstanbul Valiliği’nin ildeki bütün eylemleri yasaklama kararına bakarken yeniden hatırladım o günleri. İkisi birlikte karar almışlar: İstanbul Valiliği İl Sağlık Müdürlüğü ve İl Hıfzıssıhha Meclisi… İl Sağlık Müdürü zaten bir tıp profesörü. Hıfzısıhha (Sağlık Koruma) Meclisi ise, ta 1930’lardaki bir yasaya göre, (Türkçeleştirerek yazarsak) bayındırlık mühendisi, milli eğitim gibi unsurların yanında, hükümet tabibi, belediye tabibi, bölgedeki en yüksek askeri tabip, bir serbest hekim ve bir eczacı ve Belediye Başkanından filan oluşuyor. Ve bu heyet, koronavirüse karşı bütün önlemlerin gevşetilerek sıfırlandığı, AVM’lerden kafelere kadar her yerde milletin kucak kucağa mutlu mesut biçimde birbirine virüs enjekte ettiği günlerde, birdenbire virüsün bulaşıcı olduğunu keşfediyor! Evraka! “Bazı siyasi parti, sendika ve sivil toplum kuruluşlarının, insanların toplu olarak bir araya gelmelerine sebebiyet verecek eylem/etkinlik programları düzenleyeceklerine ilişkin haberleri” değerlendiriyor; sonra da şu muhteşem tespiti yapıyor: “Salgının yayılmasını engellemenin en etkili yolunun sosyal hareketliliği ve insanlar arası teması azaltarak sosyal izolasyonun mutlak şekilde sağlaması gerektiği, aksi hallerde virüsün yayılımının hızlanarak, vaka sayısı ve tedavi gereksiniminin artması nedeniyle vatandaşların hayatlarını kaybetme riski ile toplum sağlığı ve kamu düzeninin bozulmasına sebep olacağı aşikârdır.”
Allah aşkına, Valilik denilen kurumu anlarım, devletin bir aparatıdır. AKP valiliklerinin zaten birinci vazifesi, muhalefetin tepesine çökmektir, yasaklar, eder, tamam. Siz kimsiniz peki? Ey o kuruldaki hekimler, siz kimsiniz? Allah aşkına söyleyin, aranızda bu kararın tıpla ilgisi olmadığını, sadece ve sadece HDP’nin eylemini engellemek için alındığını bilmeyen bir tek kişi var mı? Peki, sıhhatimizi ‘hıfzetmekle’ görevli olanlar, size soruyorum: Aranızda, iktidarın AVM’lerden futbola kadar aldığı ‘gevşetme’ kararlarının bir tanesine, mızıldanarak da olsa, bakın altını çizerek söylüyorum, mızıldanarak da olsa, itiraz etmiş tek bir Allah’ın kulu var mı? Bir gün olsun, herhangi bir hükümet kararının tek bir kelimesi üzerine ‘yanlıştır’ demişliğiniz var mı?
Şu utanç verici cümleler bir BBC haberinde geçiyor bakın: “Bir Bilim Kurulu üyesi, ‘İdareciler ülkenin genel gidişatını da düşünmek zorunda. Biz Bilim Kurulu olarak bilimsel açıdan ne kadar destek verebiliriz, o kısma bakıyoruz’ diyor.” BBC muhabiri ar etmiş de vermemiş ismini, bir Bilim Kurulu üyesi söylüyor bunu! Bir hekim söylüyor!
Tıp mı bunun adı? Hekimlik mi? Hipokrat mı söyledi size ‘idarecilerin yancısı olun’ diye? Tıp Fakültesinde size “Hükümetin HDP’nin tepesine çökme politikasının aparatı olun” diye mi öğretmişlerdi? Nöroloji/ortopedi kürsüsünde baş sallayıp maaş almanın boyun sağlığına faydaları üzerine bir ek ders mi aldınız?
Yıllar geçti aradan şimdi. Gitsem diyorum bazen, sağsa eğer, bulsam o hükümet tabibi ablamızı. Desem ki, “Ey güzel ablam, sen, ‘öyle ilginçtir ki yüzü / ayakları bilmem var mıdır’ diyen Edip Cansever’i yanlış mı anladın acaba?”
Desem ki, “Hadi öyle diyelim ama ey teyzeciğim, gözlerim kapalıydı benim! Kalın siyah bir bezle kapalıydı! Allah aşkına, yüzümde ne görüp vuruldun da ayaklarıma hiç bakmadın?”
O genç hekim var ya işte. Hani o “Doktor Che’nin izindeyiz” yazılı dövizi elinde sallayan hekim. Kurban olurum ben onun ellerine. Geçecek bu günler. Geçecek ve biz hepimiz, tıp bilgisi olanlar ve olmayanlar, dik durmanın sadece birey değil toplum sağlığına da çok ama çok iyi geldiğini öğreneceğiz. O zaman, gerçekten insanların ayaklarına bakmayacağız; ama öyle emredildiği için değil, apaydınlık yüzlerine bakmaktan kendimizi alıkoyamadığımız için!