Rahip Brunson’ın ev hapsine alınmasının ardından gelen yaptırım kararıyla tırmanan gerilimi,papaz alıp vermeyle ya da papaz verip bankacı almakla nasıl olsa çözülecek bir kriz saymak mümkün değil.Üstelik krizi,Washington ve Ankara’daki saraylarında ikamet eden seçilmiş otokratların nevi şahsına münhasır kişilik ve üslupları yahut iç siyasete yönelik ihtiyaçlarıyla açıklayabilmek de mümkün değil.İki ülke arasındaki yüksek tansiyonu,kökü belki ta 2003 yılındaki tezkere kazasına giden bir güven bunalımıyla da izah etmek pek gerçekçi değil.
Emperyalist sistemdeki hegemonya bunalımıyla alakalı ve dolayısıyla da sistemik diye nitelendirebileceğimiz bir kriz bu.Bu bakımdan günümüzde yaşananları,mesela 1974’teki silah ambargosu gibi geçmiş örneklerle mukayese yoluyla anlaşılır kılabilmek de pek mümkün değil. Trump, ABD’nin göreli gerileyişine, Soğuk Savaş sonrası bizzat ABD önderliğinde oluşturulmuş küresel siyasal ve iktisadi mimariye son vererek takoz koymaya ahdetmiş görünüyor. Trump yönetimi,Soğuk Savaş sonrasının tek kutuplu momentinde aktif bir biçimde inşa edilen neoliberal küresel hegemonyanın, ABD’nin başta Çin olmak üzere rakiplerini zayıflatmak şöyle dursun iyice güçlendirdiğine inanıyor. Bu nedenle de geçmiş dönemin uluslararası kurum ve sözleşmelerini ve ittifak ilişkilerini radikal bir biçimde yeniden yapılandırmaya yönelen yeni bir“liberal olmayan”(illiberal) küresel hegemonyayı hedefliyor.
Trump seçildikten sonra,onun biraz ayarsız, diplomatik adabı muaşerete pek aldırış etmeyen tavrının dış siyasette pek de etkisinin olmayacağı,onun olsa olsa biraz“şahin”bir Cumhuriyetçi gibi hareket edeceği varsayılmıştı.Ancak evdeki hesap,uluslararası siyasetin çarşısında tutmamışa benziyor. Trump yönetiminde milliyetçilerin küreselleşmeci Cumhuriyetçiler karşısındaki etkisi artıyor ve dahası Başkan,uluslararası bir aşırı sağ siyasetin ya da bir aşırı sağ enternasyonalinin başı gibi davranarak siyasal güç dengelerini sadece Birleşik Devletler’de değil,okyanus ötesinde de değiştirmeye soyunuyor.Mesela Merkel ya da May’in politikalarını açıkça eleştirmekle kalmayıp onların sağdaki siyasal rakiplerine de alenen göz kırpıp onları öne çıkarıyor.
Türkiye ,ABD’nin Irak ve Afganistan yenilgileriyle görünür olup 2008 kriziyle akut hale gelen geri çekilişinin oluşturduğu boşluğu, özerk manevra alanını maksimize ederek doldurmayı hedefledi.Yani Türkiye’nin son on yılda giderek agresif ya da daha hafif tabirle maceraperest hale gelen dış siyaseti,ideolojik (İslamcı) bir gizli ya da açık ajandanın tezahürü olmaktansa küresel hegemonya boşluğunun yarattığı istikrarsızlığı lehe çevirmeye dönük bir devlet refleksinin ürünüydü.Bu refleks,Türkiye’de yürütmenin temel toplumsal sınıflar ve devlet içi hizipler karşısında aşırı bir özerklik kazanarak güçlendiği bir rejim değişikliği dinamiğiyle birleşti.İçteki özerkleşme ve devletin seçilmiş otokratın bedeninin bir uzantısına dönüşmesi,hariciyede de daha geniş bir özerklik arayışını pekiştirdi.
Bu özerklik arayışının zaman zaman tüm uluslararası teamüllere aykırı,fırsatçı bir karaktere sahip olması,mevcut dünya durumuna ters olmak bir yana bizzat o halin bir tezahürüdür.Örneğin Brunson kriziyle gündeme gelen rehine diplomasisi,küresel sistemdeki hegemonya bunalımının eseri olan geçiş süreci ya da ara rejime has olup önümüzdeki günlerde daha da yaygınlaşması muhtemel kuralsızlık ve kurumsuzluğun bir örneğidir.Hemen herkesin bildiği üzere,Trump ve Netanyahu da en az Erdoğan kadar rehine diplomasisi taraftarıdır. Dolayısıyla Brunson krizi küresel hegemonya bunalımı, Trump yönetiminin Amerikan göreli gerileyişine yeni bir uluslararası hegemonyanın koşullarını yaratarak cevap verme arayışı ve Türkiye’nin bu istikrarsızlığı bir bölge gücü haline gelme çabasının kesişiminde cereyan etmekte. Papaz alınıp papaz verilse de bu kesişimin sebebi olduğu fay hattının yakın zamanda nötralize olacağını beklemek ham hayal.Bu kesişimde Türkiye hariciyesinin eksikli de olsa bir antiemperyalist arayışı ifade ettiğini söylemek elbet mümkün değildir.Amaçlanan uluslararası sistemdeki hiyerarşi ve eşitsizliklerin radikal bir eleştiri ve ihlali değil, Türkiye’nin bu hiyerarşideki konumunu iyileştirme, sıralamadaki yerini yükseltme hevesidir.Bu arayış zaten istikrarsızlıkla malul olan küresel siyasal mimaride sürtünmelere elbette yol açmaktadır. Türkiye’nin özerk hareket sahasını genişletme arayışı,mesela Suriye’de Türkiye’nin Batı’nın öncelikleriyle çatışır hale gelen agresif angajmanı ya da S-400 örneğinde ister istemez askeri bir boyut kazanan Rusya ile yakınlaşma gibi vakalarda, Amerikan önceliklerine aykırı bir mahiyet kazanabilmektedir.Bu örneklere yakında Trump’ın bozduğu nükleer anlaşmasıyla gündeme gelen İran’a dönük yaptırımlar konusunun eklenmesi muhtemeldir.Sürtünme alanlarının artması mümkündür. AncakMaduro gibilerin, yani antiemperyalizmi kuru bir Amerikan karşıtlığı ve kampçılığa indirgeyenlerin iddialarının aksine bu sürtünmelerin emperyalizm karşıtlığıyla hiçbir alakası yoktur